6 Ağustos 2012 Pazartesi

Rableri katında rızıklanırlar / Kıyasa Dair

...Allah bu uğurda ölenleri 'rızıklanan diriler' diye niteleyerek onlara ölü demeyi yasaklamış, duyunun kaybolması ve nefeslerinin olmayışı nedeniyle görünüşteki ortaklıktan hareketle onları ölülere katanları bilgisiz
saymıştır. Bu, kıyası geçersizleştiren en güçlü kanıttır. Çünkü Allah yolunda katledilen mücahitlerin öldüğüne inananlar, Allah yolunun dışındaki bir sebeple öldürülenlere -aradaki ortak illet nedeniyle- kıyaslayarak böyle
düşünmüşlerdir. Onlar, her ikisinin nefes ve canlılık hareketi olmaksızın, aynı tarzda öldürülmüş  olduğunu düşünürler. Şehitler kendilerine yapılmak istenilen organların kesilmesi, derilerinin böceklenmesi ve parçalanması gibi eylemlerden ya da vahşi kuşların yemesi, bedenlerinin çürüme ve bozulmaya yüz tutması gibi fiillerden kendilerini koruyamaz. Bunun üzerine kıyas yapmış ve fakat kıyasta yanılmışlardır. Bundan
daha açık bir kıyas olmadığı gibi bundan güçlü bir illet de yoktur. Bütün bunlara rağmen, Allah onları yalanlayarak şöyle demiştir: 'Benim yolumda öldürülen kimsenin durumu benim yolumdan başka bir yerde
öldürülenle bir değildir.' 'Allah yolunda öldürülenleri ölüler saymayınız. Onlar diridir, Rablerinin katında nzıklanırlar. Sevinmiş bir halde.' 

Bu nedenle onlara şöyle der: Allah yolunda öldürülenler hakkında verdiğiniz hüküm, bilgi değil, dolayısıyla doğru da değildir. Doğru olmayınca, ona göre hüküm vermek caiz değildir. Çünkü biz Allah'ın o bilginin
bilgi olmadığını bildirdiğini biliyoruz. Sonra şöyle der: 'Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz. Onlar diridir, siz farkına varamazsınız.' 

Allah kıyasın verdiği bilgiyi yok saymıştır. Açıklığı, kuşkusuzluğu, nedenlerinin çokuğu ve kendisiyle öldürülen diğer insanları bir araya getiren illetlerin fazlalığına rağmen bu kıyasın durumu böyleyse -ki o Allah'ın
bildirmesiyle batıl bir kıyastır- fakihlerin olaylar, akılcıların Allah'ı bilmede görünenden hareketle (görünmeyen hakkında) yaptıkları kıyasları nasıl olabilir ki? Heyhat! Allah doğru söylemiş, diğerleri yalan söylemiştir.
'Benzeri olmayana' eşyanın benzediği kimse benzemez.

Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)

Allah vardır, O'nunla beraber hiçbirşey yoktur


كان الله ولم يكن شيء معه    

“Allah vardı ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktu…” (Buhârî, Bed’ül-halk, 2)

“Allah’a şeylik eşlik etmediği gibi böyle bir isim de O’na verilemez. Aynı şekilde, O’nunla beraber bir şey de yoktur. Allah, kendisiyle beraber bir şeyin olmadığı kimsedir. Bu O’nun zâtî niteliğidir. Kastedilen, şeyliğin O’ndan düşürülmesi ve ‘şeylik beraberliği’nin O’ndan olumsuzlanmasıdır. Bunu karşın Allah, eşya ile beraberdir. Eşya ise, O’nunla beraber değildir. Beraberlik, bilgiye bağlıdır. Dolayısıyla ‘Allah bizi bilir ve bizimle beraberdir’. Biz ise O’nu bilemeyiz. Dolayısıyla O’nunla beraber değiliz.

Bilmelisin ki, ‘kâne (oldu, idi)’ sözü, zamansal sınırlanmayı anlatır. Bu ifadeyle kastedilen, bu sınırlanma değildir. Kastedilen, varlıktan ibâret olan ‘kevn’dir. (bu durumda kevn varlık ve oluş bildirir). Bu durumda ‘kâne’nin gerçek anlamı, varlık bildiren bir harf olmasıdır, yoksa zamanı gerektiren bir fiil değildir (fiiller zamanı gerektirir). Bu nedenle, şekilci-kelamcı bilginlerin söylediği söz, peygamberden gelmemiştir. Bu söz, onların ‘O şimdi de bulunduğu hal üzeredir’ ifadesidir. Bu ilave, ‘kâne’nin özellikle bu yerde anlamı hakkında bilgisi olmayanların hadise yaptığı bir eklemedir. Allah, Gafûr ve Affedici’dir (kâne ile) gibi, kâne sözüne bitişen ifadeler hep bu konuyla ilgilidir. Bu nedenle bazı nahivciler, ‘kâne’ ve benzerlerini ‘fiillerin işini yapan harfler’ diye isimlendirmiştir. Bu harfler, Sibeveyh’e göre, varlık bildiren harflerdir ve Arapların anladığı şey de budur. ‘Kâne fiil görevi görse bile, bir yönden bir şeye benzemek, her yönden benzemek sayılmaz.

Hadise eklenen ‘Şimdi de O’ sözü, böyle değildir, çünkü ‘şimdi’ zamanı gösterir ve bu kelime esas itibarıyla iki zamanı ayırt eden zamanı göstermek üzere konulmuştur. İki zaman, geçmiş ve gelecektir. Bu nedenle ‘şimdi/el-ân’ için ‘iki zamanın sınırı’ denilmiştir. Şimdi’nin gösterdiği şey gerçek bir zaman olduğu için, Şâri’ onu Hakkın varlığı için kullanmamış, ‘kâne’yi kullanmıştır, çünkü kâne varlık bildiren bir harftir. Bununla birlikte bir eylem içerdiği için de kendisinde zaman bulunduğu zannedilmiştir. Çünkü kâne, yekûnu, kâin, mekûn veznindedir. Tıpkı katele (öldürdü), yaktulu (öldürür), kâtil (öldüren) ve maktûl (öldürülen) gibi. Aynı şekilde ‘kâne’nin emri’ ‘kün (ol)’ de ‘uhruc (çık)’ gibidir.
Şekilci bilginler, kevn kelimesinde zamanlı fiillere katılan bu etkiyi gördüklerinde, onun zaman bildirdiğini zannetmiş, ‘şimdi’ kelimesini de kendisinden olmadığı halde hadise bir tamlama olarak eklemişlerdir. Muhakkik ise, kesinlikle ‘O şimdi de olduğu hal üzeredir’ demez. Çünkü öyle bir ifade, peygamberden gelmemiştir. Muhakkik, Allah’a Allah’ın kendisine vermediği bir şeyi vermez. Çünkü bu ifâde ile, zamanın yaratıcısı olan Hakkın varlığının hakikatinin gerektirdiği anlam ihlal edilmiş demektir. Binaenaleyh ‘Allah var idi ve beraberinde bir şey yoktu’ demek, ‘Allah vardır ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktur’ demektir. Başka bir ifadeyle Haktan başka, özü gereği varlığı zorunlu kimse yoktur. Mümkün ise, O’ndan dolayı varlığı zorunlu olandır, çünkü mümkün O’nun mazharıdır. Allah, onun vasıtasıyla zuhur etmiştir. Mümkün varlık ise, kendisinde zuhur eden (Hak) ile örtülmüştür. Böylelikle bu zuhur ve zuhur eden ‘imkan’ ile nitelenmiştir. Başka bir ifadeyle mazharın –ki mümkündür- hükmüne konu olmuştur. Mümkün özü gereği varlığı zorunluya bir hakikat olarak katılmış, özü gereği varlığı zorunlu ise hüküm bakımından mümküne katılmıştır. Söylediğimiz şeyi iyice düşün!

Bilmelisin ki, bu rivayet hakkındaki söylediklerimiz, bir veli böyle bir söz söylediğinde ya da peygamber gönderildiği mertebeden değil, velilik makamından dile getirdiğinde peygamberin sözüyle ilgilidir. Peygamber Allah’ı bilmeyle ilgili böyle bir sözü özel makamından söylerse, bu konuda konuşmayız ve hakkında zevkimizin bulunmadığı bir meseleyi açıklayamayız. Biz o konuda velilik diliyle konuşuruz ve halinin gerektirdiği en üst yorumla onu dile getiririz. Velinin bu konuda yapabileceği nihai iş budur.

Bilmelisin ki, bu rivayette beraberlik sabit iken ‘şeylik’ olumsuzlanmıştır. Beraberlik çokluğu gerektirir. Mevcut-Hak ise, kendisine ve hüviyetine nispetle onun varlığıdır. O, mazharının kendisini nitelendiği şeyin aynıdır. Öyleyse her iki nispete de hakikat birdir.
Hakikat tek iken, bu beraberlik nasıl geçerli olabiliyor? Burada ‘şeylik’ O’nun aynı değil, mazharın aynıdır. Allah, o şeylik ile beraberdir, çünkü varlık, şeyliğe eşlik eder, halbuki şeylik Allah ile beraber değildir. Çünkü şeylik, varlığa eşlik etmez. Bu varlık için zorunluluk zati iken, şeylik nasıl O’na nispet edilebilsin ki? Mümkünün zati zorunluluktan bir payı yoktur. Öyleyse Hak şeyliği (mümkün ayn) gerektirir ve bu durumda onunla beraber olması geçerlidir. Şeylik ise, zati zorunluluğu gerektirmez, dolayısıyla şeyliğin Hak ile beraber olması mümkün değildir. Bu nedenle Peygamberin hadisi, şeyin Hakkın hüviyyetiyle beraber olabileceğini dışladı. Çünkü beraberlik, bir yüceltmedir. Özü gereği varlık zorunluluğundan yoksun şeyin ise, yüceliği yoktur. Bir şey ya tehdit ya da iyi bir vaadin hükmü nedeniyle başka biriyle beraber olabilir. Bu ise aşağıdakinin üsttekiyle olan beraberliğinden anlaşılır. Öyleyse alem, ister varlık ile ister yokluk ile nitelensin, hiçbir zaman Allah ile beraber değildir. Özü gereği varlığı zorunlu Hak, varlık ve yokluk halinde alem ile beraber olma niteliğine sahiptir.”

Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)