9 Ağustos 2008 Cumartesi

Şatahat ve Muhyiddin Arabi

Muhyiddini Arabi’nin Şatahatı

Şatahat, arifi billahın keşif ve zevk ile ilmi, bu zevk aleminde bazı elfaz ile, şer’a mugayir olarak söyledikleri sözlerdir. Hakikattel bu sözler şera mugayir olmayıp, mutabıktır ama dar düşünceli insanlar, kendi ölçülerine muvafık gelmediğinden, bu gibi sözleri küfür olarak bilirler. İbni Haldun bu hususta diyor ki:
“Sofiyun”un keşifle ulvi hakikatlerin tahkiki ve sudur kainatın tertibi hususlarında ekseri sözleri müteşabihat kabilindendir. Zira bunlar onların elinde vicdani olmakla bu hususta zevk ve vicdanı olmayanlar bu hakikati idrakten mahrumdurlar. Elfaz ve lügat ile manalarını anlayamazlar. Eğer sen arifi billahın kelamlarından şeri şerifin zahirine muvafık bir şey istifade edebilirsen ne güzel. Edemezsen sükut evladır. Çünkü hiçbir zaman arifi billah şeri şerifin haricinde söylemez. Onların bu gibi sözlerine şatahat denir”.
Birçok zahiri ulema ariflerin şatahatını anlayamadıklarından ariflerin küfrüne kadar varmışlardır. Yalnız Muhyiddini Arabi’Nin değil, bu makama vasıl olan, bu tecelliyatla söz söyleyen her arifi billahın sözüne, dar kafalı kimseler hücum edegelmişlerdir. Bundandır ki, Cüneydi Bağdadi; “Bir kimse bir derecei hakikate vasıl olsa, ol Sıddıka bu makama vasıl olamayanlar zındık der” demesi bu sırra binaendir.
Binçokları da şatahatı anlamakla beraber, cahilleri fesada düşürmemek için, bu gibi zevata zahiren atarlar, fakat hakikatte tasdik etmişlerdir. Nitekim Allame İzzeddin bir mahalde Muhyiddin Arabi’ye zındık diye bağırmış, diğer bir mahalde de kendisine “kutub kimdir?” diye sorduklarında, Muhyiddin’dir, demiştir. Talebeleri; “Efendimiz, geçen ona zındık diyordunuz, şimdi nasıl olur da sıdık ve zamanın kutbu olur?” dediklerinde, Allame İzzeddin; “Ben şeriatın zahirini sıyanet için ona zındık dedim. Çünkü cahiller onun yüksek kelamını anlayıp derinliğine vasıl olamazlar da, kendilerini küfre sürüklerler, diye korktum. Halbuki Muhyiddin ariflerin ulusudur” demiştir.
Muhyiddini Arabi denizler kadar geniş, dalgalı, esrarlı, şatahatlı sözleriyle böylece bir çok hocaları kendisine hücum ettirmeğe sebebiyet vermiştir. Mesela bir gün: “Ey beni görüp de kendisini görmediğim. Zaman olur ki, ben seni görürüm de sen beni görmezsin” demişti. Allah Teala Hazretlerine böyle hitabı basit dimağların hücumuna sebebiyet verdi. Hatta onların isyanları o kadar ileri gitti ki, Muhyiddini Arabi’nin küfrüne hükmettiler. Halbuki o, tasavvufun derinliklerine inerek hakikati pek esrarlı sözlerle, şatahatla, tam bir vecd halinde söylüyordu:
O demek istiyordu ki:
“Ey beni nihayetsiz nimetlere gark eden Allah’ım! Bu nimetler içinde ben sana hakiki bir şükür edemediğimden küfranı nimette kalırım. Bu da senin nihayetsiz nimetini görüp bilemememden ileri gelir. Nimeti bilememek Allah’ı görüp bilememek demektir. Zaman olur ki ben cürüm, günah işlerim de sen Azimüşşan bana itap etmezsin, günahlarımı örter, beni görmezsin. Çünkü sen Settaru’l- Uyubsun. Ayıpları örten ve suçları görmezlikten gelen, eygane büyükler büyüğüsün. (*)
İşte Muhyiddini Arabi hep böyle esrarlı konuşuyordu. Fakat onun her sözü ruhu Kuran üzereydi. Zamanında yazı yazanların çoğu hükümdarlarının methiyeleriyle kitaplarını doldururlarken, o kitabını Allah ve Rasulünün aşkı ve şevkiyle yazmış, ona ait hakayıkı belirtmiştir.
Onun gibi büyük bir zatın küfrüne kail olmak şüphesiz ki kendini küfre sürüklemektir. Çünkü Rasulullah; “Mümini tekfir eden şüphesiz ki küfretmiş olur” buyurmuştur. Bu söz insafla tatbik edilecek olursa, müminlerin küfrüne söz söyleyen, kendisi kafir olur. Bunu ancak peygamber haber verdiği zaman hüküm sahih olur.
Hiçbir zaman ümmetten bir kimse diğerinin küfrüne not veremez. Nerede kaldı ki, bütün ömrünü Allah yoluna vakfeden Muhyiddini Arabi gibi kimselerin küfrüne hüküm verile.
İşte Muhyiddini Arabi’nin anlaşılmayan sözlerine, anlayamadım demek, ilmi zahir erbabınca daha iyi bir not olur. Çünkü her yaratılış bu büyük nurdan, zevkten, keşiften nasibdar olamaz. Ancak bunu, bu zevki, şevki keşfi görüp duyanlar bilebilirler. Diğerleri, amanın görmesi kabilinden olmakla sözleri hakikatten uzak olur.
(*)
Bu sözler aşkın makamı tahayyüründe söylenen sözlerdir. Bir aşıkın dediği gibi: “Şarabın sarhoşu, gece yarısında ayılır. Allah’ın didarına sarhoş olan kıyamette ayılır” sözü, beşeri hislerden uzaklaşan tecelliyata mazhar olan bir ifadedir. Sultanı aşk insanlara galebe ederse, insan ihtiyarsız şatahat yapar. O andaki tecelliyatta, seven sevileni bir görür, aşık ve maşuk fark edilemez.
Mecnunun boynundaki çıbanı neşterle ameliyat etmek isteyen doktora; “Gidiniz” dediği zaman doktor; “Sana ne oldu, ormanlarda vahşi hayvanlardan korkmayıp gezen sen iken, şimdi benim neşterimden korkuyorsun” dediğinde, Mecnunun bir ah edip; “Senin neşterinden değil, bütün vücudum şu anda Leyla kesildi. O neşteri bana değil Leyla’ya vuracaksın diye korkuyorum” demesi buna binaendir. Bu makamda aşık ve maşuk kendisini fark edemez. Bir zat da bu bahiste: “Benden hiçbir eser kalmadı bu aşk nedendir? Çünkü ben maşuk oldum, aşık kimdir?” demiştir.
Muhyiddini Arabi de şatahatında abd ile Rabbi karıştırır. (El’abdü rabbün verrabbüb abdün) der.
Yani, abd Rabdır. Rab abdır. Ne olur mükellef kimdir, bilseydim. Eğer abd dersen, o mükelleftir. Rab dersen mükellef olmaz. Bu söz ulemayı kızdırmış, Muhyiddinin katiyetle küfrüne zahip olmuşlardır.
Şüphesiz ki deminden beri arz ettiğimiz misaller sözümüzü aydınlatır. Bu gibi sözler, makamı tahayyürde şatahatla söylenir. Bunlar dar dimağları dondurur ve öldürür, terki teklife cesaret ettirir. Halbuki Muhyiddin gece gündüz namaz kılar, Allah’ı zikrederdi. Onun bu sözünü zahire hamletmeyip: “Şiirin hakiki manası şairin karnındadır, Batıni hakikati biz anlayamadık” demek evladır.
Muhyiddin’in zahirine bakanlar küfrüne, batınına bakanlar sıdkına kail oldular. Çünkü hiçbir zaman abd Rab olmaz, rab de abd olmaz. İnsanın masivadan uzaklaşmasıyla duyduğu bu tecelliyat bir zevk alemidir. Bu ancak onun ifadesidir. Alemi kesretin izalesi, alemi vahdetin ikamesiyle cümle mukarribler bu tecelliyi bir tecelli şatahatı yapmaktadırlar. O makamda kendisini göremeyip; abd ile mabud ayrı, dese, vahdete mugayir görülür. Abd ile mabadu birleştirse, namazı kılamazlar.
Şüphesiz ki hiçbir zaman abd rab olamaz. Rab de abd olamaz. Bu bir tecelliyattır. Nasıl ki Tur da Cenabı Hak bir ağaca tecelli etti. Oradan Musa aleyhisselama “Ben senin rabbinim” dedi. Burada ağaç haşa Rab olmadı. O Rabbın ağaçtaki tecellisidir. Bunun gibi Rab insanı kamile de tecelli etmez mi? Ederse, ağacın Rab olmadığı gibi insanı kamil de Rab olmaz. Bunu tefrik eden şüphesiz ki, Muhyiddini Arabi’ye eğri bir nazarla bakmaz. Bir şair; “Pakların işini kendinle kıyas etme. Her ne kadar yazılışta şir (süt) şiyr’ (aslan) benzerse de mana itibarıyla ayrıdır” demiştir ki, bu söz şüphesiz insanı aydınlatır.

Allah Teala Nasıl Bilinebilir?

Eşyaya Nazar Allah Bilgisine Giden yoldur....
Allah’ı bilmek için eşyaya nazar etmek lazımdır. Muhyiddini arabiye göre bütün eşya Allah’ı bildiren şahitlerdir. Onlarsız Allah’ı bilmek mümkün değildir. İmam gazali’nin ve İbni Sina’nın: “Eşyaya nazar etmeksizin, Allah’ı aklen bilmek mümkündür” sözüne itirazla Muhyiddin: “Allahü Teala cemi eşyada esma ve sıfat-ı ilahisiyle tecelliyattadır. O tecelliyatı bilmedikçe Allah’ı bilmek nasıl mümkün olabilir?” demektedir.
Açıklama: Şu alemde her şey bir tecelliyata mazhardır. Bir tecelli ikinci bir defa zuhura gelmez. Bunun muhtelif ve nihayetsiz oluşu, kudreti ilahiyenin azametini gösterir. Bunlar hep ef’ali ilahiyenin sıfatı ilahiyesinin tecelliyatının aynasıdır. Sıfat-ı sübhaniye ve zat-ı ilahiyesinin tecelliyatıdır. Her şey, hatta her hareket muhtelif tecelliyata mazhar olmakla, her an bir şandadır. Her an için başka bir ilim tecelli etmektedir. Bu şühud, aynı ilim menbaıdır.
Kul semaya nazar etse, Rabbisinin “Azim” ismini müşahede eder. Kul denize nazar etse, onun mazhar olduğu “Vasi” ismini müşahede eder. Hayata nazar etse mazhar olduğu “Hayy” ismini müşahede eder. Ulemaya nazar etse mazhar olduğu “Alim” ismini müşahede eder. Ateşe nazar etse “Kabıd” ismini müşahede eder. İnsana nazar etse mazhar olduğu “Cami” ismini müşahede eder. Doktora nazar etse mazhar olduğu “Şafi” ismini müşahede eder. Bunu çoğaltacak olursanız, her şeyde bir ismi ilahinin mazhariyet ve tecelliyatını bulursunuz.
Hulasa bu makamda arifi billah, bütün eşyadaki tecelliyatı görür, bilir ve okur. O zaman kainat onun için bir kitap olur. Dünyada hiçbir şey yoktur ki, bir mazhariyeti olmasın. Her bir vücut bir esmai ilahiyenin mazharı ve tecellisidir. Mevcudattaki zıddiyet ise, esmai ilahiyenin ve sıfatı ilahiyenin arasındaki tezahürün zıt ve muhtelif tecellisidir. Hadi ve Nafi gibi esmai celilenin mazharı olan mahluklar olduğu gibi bunlara muhalif olarak da Dar ve Mani gibi esmai ilahiyenin mazharı mahluklar vardır. Bunlar hadi ve nafi tecelliyata mazhar olanların işlerini bozmak için uğraşırlar.
İşte iyilik, fenalık ve diğer ahval şu esmanın zıt mazharlarının birbirine tefevvuku neticesidir. Bir cemiyette bu iki zıt tecellili insanlar vardır. İyiler hadi ve nafi isimlerinin mazharlarıdırlar. Bunlar azaldı mı, dar ve mani isimlerinin mazharları hüküm sürer. Bu suretle iyi insanların hüküm sürdüğü zamana iyi zaman, fena insanların hüküm sürdüğü zamana da, fena zaman derler. İnsan vücudu da böyledir. Vücuttaki kalp fena hislerin tesiri altında kalırsa insan fena olur. İyi hislerin tesiri altında kalan insan da iyi insandır.
İşte iyilik ve kötülük zuhuru, böyle muhtelif tecelliyatın zuhurileridir. Her mahluk kendi tecellisine zıt olan tecellilerden hoşlanmaz. Bunlardandır ki, Cehennem ehli cennet ehlinden hoşlanmaz. Hayvanat da süfliyet, melaikte ulviyet vardır. İnsan bu ikisini de camidir. İnsan süfli hislerin meclubu olursa alçalır, hayvandan aşağı dereceye iner. Ulvi hislerin meclubu olursa ruhen yükselir, melaikeyi geçer. Bundandır ki, Mevlana Celaleddin Rumi, “Ey insan sen hayvanların da fıtratına, meleklerin de fıtratına iştirak ediyorsun. Hayvani fıtratı birak ki, melekleri geçesin” demesi bu sırra binaendir.
İşte Muhyiddini Arabi’nin: “Bütün eşyaya arif olmadıkça Allah bilinemez” demesi de, bu tecelliyatı bilmesi ve okumasına bir remizdir. İnsan bu nihayetsiz alemleri, nihayetsiz tecelliyatı görür ve bilirse, Allah’ın kudret ve azametini sezmiş, kendinin de aczini idrak etmiş olur. Kulluk da buradan başlar. Zaten bu alemin yaratılması da bu gayeye istinad eder. Muhyiddini Arabi haklı olarak İmam Gazali’nin Allah’ı yalnız akılla bulmak” meselesini reddeder. Cenabı Hak Kuran’da akıl sahipleri için şu kainatta alınacak nihayetsiz ibretler olduğunu söyler. Bu demektir ki, akıl eşyaya nazarla, nihayetsiz tecelliyatı bilmekle Rabbini anlar.

İbni Arabi'nin Kerametleri

Muhyiddini Arabi’nin Kerametleri

Kerameti evliya haktır. Çünkü kuranla natıktır. Bunu inkar kuranı inkar mahiyetini alır.
Süleyman aleyhisselam kendisini ziyarete gelen Belkıs’ın iki aylık mesafede bulunan tahtının o anda oraya getirilmesini arzuladı. Halbuki o anda Belkıs yüz metreye kadar Süleyman Aleyhisselamın tahtına yaklaşmış bulunuyordu. Süleyman a.s. bunu bu kadar az zaman içinde kimin getirebileceğini etrafındakilere sordu. İfrit:
-Ya rasulallah , sen yerinden kalkıp kapıya gidinceye kadar getiririm, dedi. Süleyman aleyhisselamın veziri Asaf daha kısa bir vade ile:
-Ya Rasulallah, sen göz açıp yumuncaya kadar getiririm, dediy. Hakikaten de böyle oldu. Belkıs gelirken etrafına muhafızlar bıraktığı ve iki aylık uzak bir mesafede bulunan tahtını orada görünce hayretler içerisinde kalıp iman etti.
Zekeriyya aleyhisselam da Hazreti Meryem’in mihrabına dahil olduğunda, yazın kış, kışın da yaz meyvelerinin yanında olduğunu görürdü. Hayretle “Ya Meryem, bu nedir?” dedi. (Kale Ya meryemü enna leki haza) “Sure-i Ali İmran”. O da: “Bu Allah’ın indinden verilen nihayetsiz nimetlerdendir” dedi. (Kale huve min ındillah).
Bu Kuran’ın bize haber verdiği Hazreti Asaf ve Hazreti Meryem’in kerametleridir. İşte nebilerden zuhur eden, havsalanın ve fennin de maverasında olan harikuladelikler variste zuhur etmekle keramet şeklini alır. Muhyiddin varisi Muhammedi olmakla kendisinden büyük zuhurlar hasıl olmuştur. Varisi Muhammedidir. Çünkü ervah aleminde bütün nebiler kendini varisi Muhammedi olarak karşılamışlardır.
Muhyiddini Arabi Futuhat-ı Mekkiye’nin 667. Babında diyor ki:
“Hazreti Adem, Hazreti Yahya, Hazreti Yusuf, Hazreti İdris, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim aleyhisselam’la görüştüm. Cümlesinden hakayık öğrendim. Bütün nebiler tarafından iltifatla; “Hoş geldin ya varis-i Muhammed” diye karşılandım.
O, zamanın kutbu idi. Muhyiddini Arabi kendisinin kutub olup olmadığı hakkında şüphe eden Ebül Abbas’a bir mektup yazmış, batınına teveccüh etmesini emretmişti. Ebül Abbas batınına teveccüh edince bütün evliyayı bir daire teşkil eder görmüştü. Ortalarında iki zat vardı. Biri ebül Hasan diğeri de Endülüslü Muhyiddindi.
Ebül Abbas diyor ki:
“Bana bu iki zattan birisi Kutubdur” denildi. Ben merakta kaldım. Acaba hangisi kutubdur diye düşünürken, o anda bir secde ayeti okundu. Her ikisi de secdeye kapandılar. Bu anda bana, hangisi başını evvel kaldırırsa kutup (gavs) odur, denildi. Bunun üzerine bir de baktım ki, muhyiddini Arabi başını evvel kaldırdı. Artık onun kutbiyyetinden şüphem kalmamıştı.
Kendisiyle o anda harfsiz ve savtsız bir konuşma yaptım. Bir sual sordum, o da bir üfürmekle cevap verdi. Bu üfürük evliya halkasına da sirayet etti. Cümle veliler ondan nasiplerini aldılar. Bundan sonra Muhyiddin; “Sen bu dereceye erişince ben seninle Mısır’dan haberleşirim” dedi. Bir daha da bana mektup yazmadı.
Görülüyor ki, Muhyiddini Arabi, varisi Muhammedi olmakla, ruhu Kuran üzere tecelliyat-ı muhtelifede birtakım kerametler zuhur etmiştir. Nitekim fususul Hikem’in 365. Babında:
“Ben bütün enbiyanın ve kıyamete kadar geçecek bütün müminlerin alemi ulvide iman ettikleri şeyleri gördüm” demiştir.
Bu görüş nuru nübüvvetten alınan bir nurla görüş demektir. Bu da ancak varisi Muhammediye hastır.
Muhyiddini Arabi yokluk ve bilginin evcine erişmekle de, şu kıssa dolayısıyla, ilim iddiasından vazgeçmişti. Çünkü varlık, darlık en büyük hicaptır. İnsan bu hicabı geçmedikçe hakikate erişemez.
Muhyiddini Arabi bundan bahsederken diyor ki:
“Bir gün denizde bir gemide bulunuyordum. Gemi müthiş bir fırtınanın tesiriyle beşik gibi sallanıyor, batmak tehlikesinin alametleri beliriyordu. Beni huzursuz eden bu hareketten dolayı denize hitaben: “Sakin ol ey deniz senin üstünde de bir ilim denizi vardır” dememle deniz sakin olmuştur. Fakat denizden bir balık görünerek bana halledemiyeceğim bir sual sordu. Madem ki ilim denizisin benim cevabımı da ver dedi. Ben o anda cevaba kadir olmamakla mağlup oldum, bir daha bilgimden bahsetmedim.”
Şüphesiz şu söz onun bilgi ve kemalatının bambaşka bir tecellisine uğradığını gösterir. Onun için tasarruf ve nefha vardı. O nefha, nefha-i rahmandı. Rasulullah da: “Benden sonra nefhalar vardır. Onlara yaklaşınız” buyurmuştur. Bir şairin de :
Sur-u israfile benzer evliyanın nefhası
Bir nefeste nice yüz bin mürde diler can bulur
Buyurması bu sırra binaendir.
Nice evliyanın ölüleri dirilttikleri gibi, bu nefha, ona malik olan kimselerde ölüleri diriltmek, yakan ateşleri yakmaz hale sokmak, söylemeyenleri söyletmek gibi kerametler şeklinde tezahür eder. Bundandır ki Futuhat’ın 185. Babında şöyle beyan edilmiştir:
Hicri 586 senesinde bir filozof, Nemrudun ateşinin İbrahim Aleyhisselaml’ı yakmadığı meselesini inkar ediyordu. O filozof, ateş nemrudun gazabından ibaretti. İbrahim aleyhisselamın ateşe atılması nemrudun gazabının onun üzerine vukuu ve ateşin yakmaması da envarın üfülüdür” gibi sözler söylüyordu:
Veli bir zat (muhyiddini Arabi) eğer, ben Allah’ın ateşinin İbrahim’i yakmadığını, onu kendisi için bedri selam ettiğine dair sözün doğruluğunu isbat edersem ne yaparsın? Ben İbrahim’i müdafaa yerine kaim oluyorum” dedi.
Filozof yine inkarında devam etti. O zat hemen, mangalda olan ateşi filozofun kucağına attı. Ateş filozofun elbisesi üzerinde kaldı. Filozof ona eliyle dokunduğu zaman ne elinin ne de elbisesinin yanmadığını hayretle gördü. O zat (Muhyiddin) ateşi yine mangala koydu. Filozofun elini bu sefer ateşe yaklaştırdı. Filozofun eli derhal yandı. O zat (Muhyiddin) ; “Şimdi ateş yakmağa memurdur. Emredersem yine yakmayı terk eder. Allah dilediğini işler” dedi. Filozof da derhal kelimei şehadet getirerek İslam oldu.
Muhyiddini Arabi bu kerametini yazarken kendisini gizlemiş, kendini “bir kimse” şeklinde ifade etmiştir. Biz de o zatı aydınlatmak için Muhyiddini Arabi ismini parantez içine aldık.
Görülüyor ki, nefhai Hak o büyük velide tecelli etmekle keramet şeklini almıştır. Muhyiddini Arabi yine bir gün ber tecelliyatla, bir yaşındaki kızı Zeyneb’e bir zevk aleminde bir meseli fıkhiyye sordu. Henüz memede olan küçük kızın fasih bir lisanla Muhyiddini arabi’ye cevap verdiği görüldü.
Şüphesiz bu da, mevtayı söyleten enbiyanın ondaki bir tecellisi idi. Çünkü o nuru nübüvvetle her şey bu makamda ayan olur. Bundandır ki, Muhyiddini Arabi Endülüs’teyken bütün hayatını bir sinema şeridi gibi görmüş, seyretmiştir. Şüphesiz ki, bu büyük bir keramettir.
Faslı Hitab’ın 285.babında bundan bahsederken der ki: “endülüs’ten ayrılıp da gemiye bineceğimiz sırada, ahir ömrüme kadar bütün ahvali zahire ve batınayı bilmek arzusuyla murakabeye varmıştım. Allah bana cümlesini gösterdi”.
Tabatü’s Sekine kitabında Muhyiddin “Ümmete acımasaydım, kıyamete kadar gelecek bütün kutupları, isim ve nesepleriyle yazardım. Ümmete muhabbetimden bunu setrettim. Çünkü bunları bilerek inkar, bilmiyerek inkar ile eşit değildir. İlimle özür olmaz, cehl ile özür olur.! Buyurmuştur. Şüphesiz bu keramet de şuhud ilminin en yüksek bir mertebesidir.
Yavuz sultan Selim hicri 920 yılında Muhyiddini Arabi’nin kabrini ziyaret etmiş, onu çok seven bir zatı da türbedar bırakmıştı. Bir gün türbedara; Mısır’a sefer edeceğini söyledi ve susuz cehennemi çöllerin geçilmesinin mümkün olup olmayacağını sordu. Türbedar, Muhyiddin’in ilmine vakıf olması dolayısıyla ona:
“Mısır’ı fethedeceğin Kuranı Kerim’de zikrolunmuştur” dedi. Sultan selim hayretle:
“Acep bu hangi ayettir?” dedi. Türbedar surei enbiyadan, (Velekad ketebna fizzeburi min ba’diz zikri ennel arza yerisüha ıbadiyes salihune) ayetini okudu. Bunun manası: “Tevrattan sonra Zeburda, arza Salih kullarım varis olur diye yazmıştık” demektir. Türbedar:
“Bu ayeti kerimedeki arz dan maksat Mısır’dır. Buradaki zikirde (Z) ebced hesabıyla 700 (k) harfi 20 ve (r) harfi 200 olmak üzere cem’an 9220 eder. Binaenaleyh bu tarih, sizin Mısır’ı fethedeceğiniz tarihtir” dedi.
Hakikaten Selim’in türbedarla konuştuğu zaman, hicretin 920.yılı idi. Türbedar: “Alahü Teala, Salih kullarımı Mısır’a malik ederim diye vaad buyurmuştur” demesiyle Sultan Selim hayrette kaldı . selim’in türbedara büyük itimadı olduğundan o sene ordusunu toplayıp Tih sahrasını geçmeğe karar verdi. Bunun için de en sadıklarını müşavere tarikıyla birer birer yanına ç ağırdı. Kendi reyine itiraz edenleri derhal katlettirdi. Nöbet Adana mutasarrıfı Halil Paşa’ya gelmişti. Sultan selim ona:
“Askeri dağıttık. Mısır sultanının da fazla askeri var. Buraya gitmek isterim senin fikrin nedir?” dedi. Adana mutasarrıfı Sultan Selim’e:
“Sen kalbine bak. Kalbinde şecaat ve doğruluk varsa nusreti ilahiye sana teveccüh eder” deyince Selim ona hilat giydirdi. Ve sonra deminki ayeti kerimeyi okuyarak, türbedarına (zikir) kelimesinin hesabını yaptırarak bunun dokuz yüz yirmi yılını gösterdiğini anlattı ve sonra Allahü Teala’nın Bu sene Salih kullarımı arza varis kılarım kelamını izah ederek, arzdan murat Mısır olduğunu ileri sürdü ve 923 yılında Mısır’a girdi. Aşağı yukarı bu tarih bu zamanı gösterir. 922 senesi Recebin 26’sında Osmanlılarla Mısırlılar Dabık ovasında çarpıştılar. Bu muharebenin neticesinde de Mısır fetholundu.
Muhyiddini Arabi’nin üvey oğlu Sadreddin Konevi de Kitabı Fükukunda: “Muhyiddini Arabi’nin öyle bir nazarı mahsusu vardı ki, her ne vakit bir kimsenin ahvaline muttali olmak istese, ona bir nazarla baksa, dünyevi ve uhrevi her türü ahvalinden haber verirdi” der. Şüphesiz bu nazar Muhammed aleyhisselamın nazarından nur almış bir nazardı.
Muhyiddini Arabi keramatı kevniyyeye taalluk eden bazı keramattan da bahseder. Futuhatın 36. Babında “Biz şüphesiz havada yürürüz” ve yine “Birçok halkı havada yürürken gördük” demiştir. Bu keramet, insanın heykeli zulmanisinin, heykeli nuranisine kalbolduğu, kesretten letafete yol açtığı zamanda ehlulllahdan zuhur eden bir harikadır. Bu anda vücut tek bir nur, tek bir göz halinde inkılab edebilir. Bundan bahsederken Muhyiddini Arabi futuhatının 69.babında:
“Ben bu makamda Rasulullah’a varis olunca, buna eriştim. Fas şehrinde Mescid-i Ezher’de namaz kıldırırken, mihraba girdiğim vakit bütün vücudum bir göz olmuştu. Her tarafımdan görüyordum. Kıblemi gördüğüm gibi, geride giren ve çıkan cemaati de görüyordum. Hiçbir şey bana gizli kalmamıştı. Hatta namaza yetişemiyenleri ve yanlış kılanları görüp düzelttim” demiştir.
Görülüyor ki, zulmani heyakilden uzaklaşmakla nurani heyakil ile her tarafı görmek kabil olur. Hatta bu alemden ayrıldıktan sonra da, bu nurani heyakil ile tecessüd bile mümkün olur. Sadreddin Konevi bize Muhyiddini Arabi’nin bu husustaki keramatını anlatarak Kitabı Cevami, keramatı evliya bahsinde der ki:
“Muhyiddini Arabi’nin vefatından sonra kabrini ziyarete gidiyordum. Tarsus’un sıcak bir günü idi. Hafif bir rüzgar ovanın çiçeklerini okşuyordu. Ben de bunlara bakıp kudreti ilahiyeyi düşünüyordum. Allah’ın sevgi ve aşkı kalbimde yandı. Bir de baktım ki Muhyiddin pek güzel surette karşımda tecelli etti. O güya bir nur halindeydi. “Bana bak” diyordu. Sonra bir tecelliyi Hak zuhur etti, kendimden geçtim. Göz açıp yumuncaya kadar bir de baktım ki, Muhyiddini Arabi karşımda duruyordu. Hemen selamlaştım, elini öptüm ve kucaklaştım. Allah’a şükür ki, mezarına giderken, onu bizzat hayatta olduğu gibi gördüm, konuştum ve bildim”.
Makamı vilayet makamı nuraniyetin tezyidinden doğar. Cesetteki nuraniyet, ışığın karanlığa galebe etmesi gibi galebe eder. İnsan da o anda yetmiş bin zulmani hicabı atmış yetmiş bin nurani hicaba ayak basmış olur. Bu anlarda, evvelce geçmiş nebi ve velilerle görüşmek, konuşmak müyesser olur. Bu bir keramet-i ilahidir. Muhyiddini Arabi’de bu keramat, muhtelif şekillerde olduğu gibi, insilah şeklinde de vucut bulmuştur. Sadreddin Konevi bundan bahsederken diyor ki:
“Muhyiddin enbiya ve evliya ile üç cihette konuşabilirdi. İsterse onun ruhaniyetinin bu aleme nüzulü ile, hayatındaki şekline müşabih bir suretle konuşur, isterse rüyasında ve isterse insilah alemlerinde kendi heykelinden uzaklaşmak suretiyle konuşurdu.
İnsilah, velinin cesedinden ruhun pervazıyla nebi ve velinin makamlarına varmasıyla olan mülakatlardır. Bu makamda oluşlar cesede taalluk eder. Muhyiddini Arabi aynı hal üzere tecessüdle konuşabilirdi. Faslı Hitab’ın 286.babında bundan şöyle bahsedilir:
“Muhyiddini Arabi’nin vefatından sonra kendisini çok seven bir cariyesi gece gündüz ağlamakla meşguldü. Bir gece cariyenin kapısı açılarak Muhyiddini Arabi aynı şekil ve heyetinde göründü ve “Ne ağlıyorsun?” diye cariyeyi teskin etti”.
Muhyiddini Arabi bu derece zulmani hicapları atmış, bütün hakayıka vakıf olmuş bir varisti. Onu, kendisinden evvel geçmiş olan Abdulkadir Geylani bile arkadaşlarına tavsiye etmişti. Ölümünden evvel; “Şu libasımı alın, mağripten gelecek aziz bir vücuda verin. O, Muhyiddini Arabi’dir” demiş. Ölümünden nice yıllar sonra Muhyiddini Arabi’ye vermişler. Muhyiddin Arabi de aynı hırkayı üvey oğlu ve çok sevdiği Sadreddin Konevi’ye vermiştir. Sadreddin Konevi kitabında aynı vakıayı yazmaktadır.

8 Ağustos 2008 Cuma

İbni Arabinin Terceme-i Hali 1

Muhyiddin Arabi Mısır’dan sonra hicaz’a vardı. Uzun müddet Mekke’de kaldı. Orada meşhur FUTUHAT-I MEKKİYE’sini yazdı.
Bu kitap iki sene çalışan bir hattatın yazıp bitiremeyeceği kadar büyük bir kitaptır. Esrarla dolu, nevi şahsına münhasır bir ilim kaynağıdır. Uzunluğu 26, genişliği 20 kadar, kalınlığı 4,5 santimetrelik 8 cilt olan bu kitabın halen el yazması aslı mevcuttur. Şark ve garplılar tarafından tetkik edilmiş bir eserdir.
Muhyidini Arabi bu kitabı MekkeL’de bulunduğu sırada yazmıştır. Onun buradaki beyan ettiği ilim, medrese ilmi gibi rivayet ilmi değil, ilmi şuhudi’dir. Demir leblebi kadar sert olan b uilmi, çelik dişler kadar keskin bir ilim ezip hazmedebilir. Bu kitabın ismi FUTUHATI MEKKİYE’dir. Mekke’de ilmi şühud ve fetihler hasıl olmakla, olduğu gibi yazmıştır.
O böyle kitapları yazarken tahammülsüz bir ateş içinde kalır, mecburen yazardı. Bundan bahsederken bir eserinde diyor ki:
“Diğer müellifler gibi asar telifi maksudum değildir. Fakat bana öyle varidat zuhur eder ki, şiddetinden yanacak gibi olurum. Ancak yazmakla sönerim.”
İşte o, bu eserini ve beş yüze yakın diğer eserlerini aynı feyiz ve esrarla yazmıştır. Bu beş yüze yakın eserlerinin çoğu risale halinde olmakla beraber, Füsus, Mevakıu’n-Nücüm, Muhaderat, Fütühat-ı Mekkiye eserleri, büyük ciltler halinde asırlara hitap eden esrarı sübhaniye ile dolu ilim kaynaklarıdır. Onda ulemai zahirinin kavrayamayıcağı, dar kafalıların hazmedemeyeceği birçok kelamlar vardır. Fütühatında Mekke’de olan şühudundan birisini şöyle naklediyor.
“Bir gün Cuma namazından sonra Kabe’yi tavaf ediyordum. Tavafta şekil ve kıyafetçe garip bir şahıs gördüm. O kimse nazarı dikkatimi celbetti. İki kimse arasından kolaylıkla, hiç dokunmadan geçip gidiyordu. Derhal anladım ki, o, cesetlenmiş bir ruhtur. Hemen durup selam verdim. Aramızda konuşma vaki oldu.
Onun ismi Ahmet Septi’dir. Böyle cesetlenerek hacılar içinde tavaf etmek devletine nasıl nail olduğunu sordum: O bana “Haftanın bir gününde kazanır, o kazanç ile haftanın diğer günlerini ibadetle geçiririm” dedi.
Ben o gün hangi gündür? Dedim. O da: “Pazar günüdür, dedi. Ben: Niçin kazancı o güne hasrettin dedim. O da: Alahü Teala Pazar gününde alemi halk etmeğe başladı. Cuma gününde ondan fariğ oldu. Bu altı günde bizim karımız oldu. Ben de kazanç için Pazar gününü kendime tahsis ettim, dedi. Ona: “Sizin yaşadığınız zamanın kutbu kimdir?” dedim. “Benim” dedi. Ve bana veda edip ayrıldı.
Sonra arkadaşlarımdan biri: “Tavaf esnasında sizinle konuşan kimdir” Ben o gibi şahsı Mekke’de hiç görmedim” dedi.
Mekke’deki diğer meşhur olan şühudu şöyle nakleder:
“Bir gün tavaf esnasında şekil ve kıyafetçe yabancı bir kimseyi tavaf ederken, gördüm. O adam tavaf ederken (Lekad tüftüm kema tüftüm sinina bihazel beyti tara seviyya) diyordu. (Yani; bizler de sizin gibi bu beyti tavaf ediyoruz) O adamın yanına yaklaşıp kim olduğunu sordum. O yabancı kimse:
Ben senin büyük atalarındanım dedi.
Sordum:
Hangi asırda yaşadınız?
Kırk bin sene evvel vefat etmiştim.
Ebülbeşer Adem Aleyhisselamın altı bin sene evvel halkolunduğunu söylerler.
Sen hangi Adem’den bahsediyorsun? Bil ki Ebülbeşer Adem’den evvel yüz bin Adem gelip geçmiştir, dedi.
Muhyiddini Arabi bu sözlerden mütehayyir kaldığını kaydeder.
Bunun asıl ve hakikatini incelersek bu alemin hayret verici zamanlar geçirdiğini görürüz. Gerçi bazı ulemai zahire bu alemde altı bin sene evvel insanlar zuhur ettiğini söylerler. Kendisine dayandığımız en büyük senet olan Kuran’da ve ehadisi sahihada böyle bir adet yoktur. Ancak Beni İsrail’den bize gelen, Yahudi dönmeleri vasıtasıyla bizim dinimize sokulan nazariye, insanlığın menşeini yedi bin sene evvel addeder. Bu adetler görülüyor ki bizde yoktur. Bu rivayetler İsraili rivayetlerdir.
Jeoloji ilmi de tarihin karanlık devirlerini tetkikte bize mühim bir ışık veriyor. Bu günkü bu ışık Muhyiddini Arabi’nin bu mükaşefatını aydınlatacak maniyettedir. Belki daha ileride fen bizi daha ziyade hakikate kavuşturabilir. Çünkü fennin beyanına göre insanlığın menşei ancak üçüncü devirde başlar. Elefa Antikus isimli üçüncü devirde yeryüzündeki eski filler zamanında insanların da iskeletlerine tesadüf edilir.
Bu devirlerin yüzbinlerce seni olduğunda şüphe yoktur. Çünkü dünyanın ateşten, hayat bulmasına kadar geçen milyonluk bir devir içinde suyun ve sonra basit hayvanların ve sonra mürekkep hayvanların zuhuru, tekamülü bu üçüncü devre tesadüf etmektedir.
Muhyiddini Arabi Mekke’de bir müddet kaldıktan sonra 601 senesinde Bağdat’a gitti. Orada 12 gün kalarak ulema ve meşayıhla görüştü. Abdülkadir Geylani tarafından yarım asır evvel kendisine bırakılan libası giydi. Sonra o seneki hac kafilesine karışarak tekrar hacca girdi.
Hafız ibni Neccar Muhyiddini Arabi’nin nihayetsiz meziyetlerinden bahsederken:
“O erbabı kutuptu. Ehli tasavvufla musahabet eder, hiçbir zaman Beytullah’tan ayrılmaz, ehli zevk erbabı idi, der.
Muhyiddini Arabi zamanının meşayih ve ulemasıyla tanıştı ve bu arada İmamı Sühreverdi ile karşılaştı. Karşılaşma sırasında her ikisi de hiçbir bir kelam söylemeksizin birbirlerinin murakabesine daldılar. Sonunda Sühreverdi: “O hakikat denizidir. O, tepeden tırnağa kadar sünnet-i seniyye ile muttasıftır. Zahir ve batını envarı Ahmediyye ile doludur” demiştir.
Şeyh muhyiddin bu nihayetsiz ilmi, daimi surette kendisine üstadlık yapan Hızır Aleyhisselam’dan almıştır. O, Hızır aleyhisselamla sık sık mülakat ve aynı zamanda nihayetsiz mükaşefat ile bu esrara vakıf olmuştur. Tasavvuf intisabları Şeyh Yunus’dandır. Şeyh yunus da Abdülkadir Geylani’den feyz almıştı. İmam Saffettin; “Muhyiddini Arabi’yi gördüm, ulumi zahire ve batınayı cami bir zattır” demiştir.
Muhyiddini Arabi hicri 608 yılında hacdan sonra tekrar Bağdat’a gitti. Bilahare Musul, Malatya, Sivas’a gitmiş ve sonra da Konya’ya gelmiştir. Konya’da Malatya hükümdarı Yusuf’un ahfadından Sadreddini Konevi’nin dul validesiyle evlenmiştir. Muhyiddini Arabi’nin bu evleniş tarihi takriben 52 yaşlarına tesadüf eder. Maksadı evlilikten ziyade, kadının oğlu Sadreddin’i yetiştirmek gayesine müteveccihti.
Muhyiddini Arabi’nin bu izdivaçtan iki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi. Oğullarından Sadullah 617 senelerinde Malatya’da doğdu. Bütün ömrünü hadisi şerifle, nakil tedrisiyle geçirdi. 661 senesinde Şam’da öldü. İmadettin de 667 senesinde Şam’da öldü. Salihiye’de pederinin yanına gömülüdür. Kızı Zeynep küçükken vefat etti.
Muhyiddini Arabi Konya’dan sonra Şam’a gitti, burada 30 sene kaldı. 620 yılında Bağdat’Tan Konya’ya avdet etmekte olan Sultanül Ulema Bahaüddin, yanında oğlu Mevlana Celaleddin Rumi bulunduğu halde Muhyiddini ziyaret ettiler. Muhyiddini Arabi bu ziyaretten fazlaca memnun oldu.
Celaleddin’e kaç yaşında olduğunu sorduğu zaman, Celalleddini Rumi Hüda’Dan bir yaş küçük olduğunu söyledi! Hüda kelimesi ebcet hesabında 605 eder. Bir yaş küçüğüm demekle hicri 604 doğumlu olduğunu beyan etmiştir.
Onu babasıyla teşyi ederken arkasından şöyle diyordu:
“Hayret! Koca bir deniz küçük bir gölü takip ediyor!”
Muhyiddini Arabi’nin bütün kemalatı bu senelere tesadüf eder. O artık hakayıkın bahrine o kadar dalmıştır ki onu anlamak güçtür.
Şam’ın uleması Muhyiddin’in bu dalgalı kelamını anlayamazlardı. Onu ancak kendisi gibi irfan sahipleri anlayabilirlerdi. Nitekim meşhur arif Kemalüddin-i Şami Muhyiddini Arabi’ye itiraz eden Şam ulemasına:
“Şeyhi inkar edenler gelsinler, kendilerine müşkilatlarını halledeyim, vehimlerini izale edeyim” diye meydan okurdu.
Şam’ın diğer uleması ilmini paraya satmakla bu gibi hakayıkı görmek ve duymakta perdeli idiler. Bunlar para peşinde koşmakla Muhyiddin tarafından sevilmezlerdi. Onlar bütün namazlarını, Kuranlarını cenazelerini para mukabilinde kaldırıyorlar, okuyup okutuyorlardı.
Muhyiddin paraya tapanlardan nefret etmekle, zerre kadar gönlünü mala takmazdı. Şam’da kendisine o zaman pek büyük bir para olan yüz bin kuruş değerinde bir saray hediye etmişlerdi. Bir gün Allah rızası için kendisinden bir şey isteyen bir saile:
“Ey sail şu anda saraydan başka bir şeyim yoktur. Allah rızası için şu ev senin olsun” dedi ve derhal sarayı fakire teslim etti.
Paradan ziyade Hakkın meclubu olan Muhyiddin paraya tapanlardan nefret ederdi. Bir gün Şam’ın bu para ehlini camide namaz kılarken gördü. Kalbinde para sevgisiyle dönen imama caminin avlusundan haykırdı: “Sizin tapındığınız Allah işte benim ayaklarımın altındadır” dedi.
Ahali bu sözü anlamayarak hazretin üzerine üşüştüler. Söylemedikleri sözler, vurmadıkları tekmeler kalmadı. O da bu hastalıktan 638 senesi, Rebiül Ahirinin 28.l Cuma gecesi (Rıhlet) kelimesinin remzi olarak bu dünyadan ayrıldı. Ömürleri 78 yıl olup (Hakim) ismine mazhar olmuştur.
Muhyiddini Arabi bu günkü Şam’ın Salihiye mevkiinde gömüldü. Hocalar Muhyiddin’den nefret ettiklerinden onun mezarının üstünün çöplük yapılmasını emrettiler. Yıllarca büyük velinin mezarı çöpler altında kaldı. Nihayet Yavuz Sultan Selim Şam’ı alınca vasiyeti mucibince mezarını buldurttu. Zira Muhyiddin, kitabında: “Sin Şın’a girerse benim mezarım meydana çıkar” demişti. Selim Şam’a girince de mezarı meydana çıktı. Oraya bir türbe, yanına bir cami ve bir imaret yapıldı.
Yavuz Muhyiddin’in ayak vurduğu yere giderek hikmeti anlamak istedi ve gördü ki, vurduğu yerde, bir küp içinde altın vardır. Muhyiddin güya bunlara; siz Allah’a değil ancak buna tapıyorsunuz, demek istemişti. Bu şatahattan bir şey anlamamış olan insanlar büyük veliye hücum etmişlerdi. Anlaşıldı ki ehli zahirin bütün çalıştığı şeyler, hep paraya müteveccihmiş,. Muhyiddin de bunu belirtmek istemiştir.

7 Ağustos 2008 Perşembe

Muhyiddin Arabi'nin Terceme-i Hali

Muhyiddini Arabi Miladi 1165 hicretin 560. yılı Ramazan ayının 17. pazartesi günü Endülüs'ün Mersiye şehrinde doğmuştur.. Bu doğum tarihi arifler tarafından "Nimet" olarak vasıflanmıştır..

Muhyiddini Arabi meşhur Hatem-i Tai'nin oğlu Addiy bin Hatem'in biraderi Abdullah'ın neslinden zuhur eder. Buna binaen onun soy adına Hatemü't-Tai denir..

İsimleri, Ebubekir Muhyiddin, Muhammed ibni Ali, İbnül Arabi, Hatem-i Tai, Kibriti Ahmer, REhberi Alem, Kutbü'l-Arifin, Şeyhü'l Azam olarak anılır.. Muhyiddin, İbni arabi, Şeyhül Ekber isimleri onun dünyaca meşhur olan isimleridir. Yalnız, meşhur şark alimlerinden Ebubekir İbnil-Arabiden tefrik için, harfi tarifsiz olarak, ibni Arabi şeklinde yad olunur...

Muhyiddinin babası Mehmet Efendi, oğlunda gördüğü büyük istidat üzerine onun tahsiline itina etti. Onu, daha sekiz yaşındayken Mersiye'den İşbili'ye (şimdiki sevilla) şehrine gönderip, o zamanın meşhur ulemasından İbni Beşkül ve muhaddis Ebu Muhammed'den ve sair müteahhirin alimlerden okuttu. Muhyiddin Kuran'ı Ebubekir ibni Half'den kıraati seb'a üzere talim etti. Zamanın meşhur uleması Hafız Abdullah'dan da okudu ve ondan icazet aldı. O, bu suretle ilmi zahiriyi daha küçük yaştayken kavramış bulunuyordu.

Kendisinde büyük bir istidat olan Muhyiddin az zamanda hocalarının nazarı hayret ve takdirlerini celbetti. Herşeyi pek az yıl içinde kavrayıp bitirmişti. Babası Muhyiddin'i bir gün zamanın meşhur filozofu ve kadısı İbni Rüşd'ün yanına gönderdi..

Meşhur filozof bu gençte gördüğü harikulade istidat karşısında hayrette kaldı. Onu hürmetle karşıladı; hatta bu gençle münakaşalara girişti. Biz bu münakaşaların hakikatını bilmiyorsak da İbni rüşd, kendisinin okumakla elde ettiği ilmi, Muhyiddin'in şühud ile elde etmesinden hayrette kalmıştı. İbni Rüşd'ün kalbinde tuttuğu ilimleri Muhyiddin ona, o söylemeden izah ediyordu..


İbni Rüşd kitaplarda okuduğu, kendisini görmediği böyle bir zatı karşısında bulmakla Allah'a şükretti ve Muhyiddin'i "kitaplarda okuduğum fakat şimdiye kadar kendisine tesadüf etmediğim bir kimse^olarak vasıfladı..

Buna rağmen koca filozof Muhyidin'in hakiki kıymetini anlayamadı. O yine eski yolunda devam etti. Muhyiddin de onunla bir defa daha görüşmeği, karşılaşmağı arzuladıysa da rüyasında onunla aralarında büyük bir perde görüyordu.. Bu perde şüphesiz onların anlaşmasına imkan olmadığının remzinin ifadesiydi. İbni Rüşd ilmiyle mağrur, nefsiyle meşgul olmakla, Muhyiddini Arabi'nin tertemiz heyecanını duyamadı..

Artık bu filozofla bir daha görüşmek müyesser olmadı. Ancak İbni Rüşd hicri 595'de Merakeş'te ölmüştü. Cesedi Ündülüs'e nakledilirken Muhyiddini Arabi onu gördü. İbni Rüşd'ün cesedi devenin bir tarafına, yazdığı kitaplar da diğer tarafına konulmuştu. Her ikisi muvazeneli olarak devenin sırtında gidiyorlardı. Genç Muhyiddin çok manidar bir nazarla onlara baktı..

O tarihte Muhyiddin'in babası ve annesi vefat etmişlerdi. Muhyiddin 598 yılında İşbiliye'den hareketle diyar diyar gezdi. Endülüs'de birçok ulema ile görüştü. Cümlesi onu, sahili bulunmayan bir deniz olarak gördüler. Fakat bu nihayetsiz denizde boğulmak korkusundan ona yaklaşamadılar.


Muhyiddin, bütün tahsilini ikmal ve itmamla, 38 yaşlarında olduğu halde Haccı ziyaret ve bütün müslüman memleketlerini gezmeyi kurmuştu. endülüs'den tam ayrılacağı sırada, birçok enbiyanın geçtiğini zuhuratta gördü. Muhyidini Arabi bunların içinde Hud Aleyhisselamı görerek sebebi teşrifini sordu. O da, 300 küsur sene Rasulullah'ın cemalini görmekten mahrum olan Mansur'un afvını taleb için gittiklerini söyledi ve kendisine de o anda, ölünceye kadar geçecek bütün hayatı bir sinema şeridi gibi gösterildi. Artık o seferine bir an evvel gitmeği düşündü..

Programında zamanının ilim merkezi olan Merakeş, Fas, Mısır, Hicaz, Suriye, Irak, Malatya, Sivas, Konya vardı. Kasdı da oradaki ilim adamlarını görüp tanışmaktı..

Muhyiddini Arabi hakikatı diğer şeyhler gibi görmüyordu. Çünkü diğer şeyhler hayatlarını mağaralara kapanmakla geçirirken, o ilmü irfan gözlüğü ile bakarak yeryüzünde gezmeyi, bütün müminlerle görüüp konuşmağı esas biliyordu. Bu suretle ilk defa Merakeş'e gitti. Orada çok ulema gördüyse de hiçbirisi kendisine yar olmadı..

Bir gün bir rüya gördü. Fütühat'ın 190'ıncı babında bundan bahsederken diyor ki; "Arşın altında (La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim) lafzının çıktığı hazineyi gördüm. Onun altında da nice hazineler gördüm. onların köşelerinde güzel kuşlar uçmakta idiler. Bunlardan birisi kuşların en güzeliydi. Bana selam verdi. Benim kalbime şark illerine gitmek için onu arkadaş almaklığım ilka olundu..
Ben o vakit Merakeşteydim. Ben, o kimdir, dedim. Bana; "O, FAs şehrinde Muhammedül Hisar'dır. Allah'tan şarka gitmeği istedi. Onu yanında beraber götür" dediler. Ben de başüstüne dedim. Kuşa dönerek, "inşallah bana arkadaş olursun" dedim..

Merakeşten Fasa geldiğim zaman onu aradım, nihayet buldum. Ona, "Sen Allah'tan bir hacet istedin mi?" dedim. O da, "EVet beni şark şehirlerine göndermesini istedim; Muhyiddin seni götürür, denildi" dedi. Ben de güldüm. "Muhyiddin işte benim" dedim. Sonra onunla arkadaş olup hicri 601 tarihinde Mısır'a gittik. O orada vefat etti....

Muhyiddini Arabi'nin rüyasında gördüğü kuş, Fas şehrinde Muhammedül Hisar'ın alemi misalde temessül eden heykeli nuranisidir. Bu gibi ilimler şuhudi olup kıraatle bilinemez.

Muhyiddin Arabi o sıralarda ömrünü daimi riyazatla geçirirdi. Hatta hatemi vilayete urucu için son riyaatı Muharremden başlayarak ta Ramazan bayramına kadar olmuştu. Yani bu dokuz aylar zarfında yemeyip içmeyip tam bir cezbe halinde bulundu. Ancak oruç tutulması haram olan bayram gününde orucunu bozdu..

Muhyiddini Arabi Muhammedül Hisar'la Tunus yoluyla Mısır'a yönelmişti. Yola gördüğü garip bir vakıa tasavvuf aleminin en büyük levhalarından olmakla, şöyle nakleder:
"Yolda, sazlıklar içinde ömrünün 30 yılını yalnız geçiren bir adama tesadüf ettim. Bu adamın hali hoşuma gitti. Ben de onunla üç gün kaldım. Adam gece gündüz ibadetle meşgul oldu. Garip adetler ivardı. Her gün denizden üç balık tutar, birini yer, birini azat eder, birini de misafirine ikram ederdi.. Ayrılacağım zaman bana nereye gittiğimi sorrdu. Ben de Mısır'a gideceğimi söyledim. O anda gözleri doldu. Ah dedi, benim üstadım da Mısır'dadır. Ona git, benim selamımı söyle, bana biraz vazu nasihat etsin. Ben hayrette kaldım. O , tariki dünya idi. Artık ne vaaza ne nasihata ihtiyacı kalmıştı..
Nihayet Mısır'a vardığımda üstadını sarayda buldum. O, debdebe, tantana içinde yaşıyordu. Vehleten onu ehli dünya olarak gördüm. Üstadı; "ona git söyle, gönlünden dünya muhabbetini silsin" demesiyle hayretim haddi gayeyi buldu. Avdetimde o şahsa üstadının sözünü söyleyince, tarii dünya derunu dilden bir ah çekerek dedi ki:
"Ben otuz senedir burada ibadet ediyorsam da hakikatte gönlüm hala dünyadadır. Üstadım dünya ziynetleri içindeyse de kalbinde zerre kadar dünya sevinci ve kederi yoktur. Ey Muhyiddin, işte bizim hakikatte farkımız budur" dedi.

Muhyiddini arabinin anlattığı bu garip vakıa hakikaten tasavvufun özünü, ruhunu anlatan bir vakıadır. Çok kimseler kendilreini halvetlerde, mağara köşelerinde tasfiyei derun için çalışırlarken Muhyiddin gibi irfana ermiş insanlar da yeryüzünü gezerek, seyri bedayi ile kudreti ilahiyeyi tefekkür ve tezekkürle maksut olan vasıl olurlar.
Halvet, teşbih caizse, hasta gönüllere manevi bir hastahane hükmündedir. insan hastahanede ilelebet yatmadığı gibi, mağara ve halvethanelerde de bulunması caiz olmaz. İnsanlık cemiyet hayatı üzerine kurulmuştur. Ancak kalbini tasfiye etmekle yeryüzünde kudreti sübhaniyeyi tefekkür etmek, yüzlerce yıl halvette kalmaktan evla bir irfan yoludur..
Muhyiddini Arabi Mısır da bilcümle ulema ve meşayıhı gezdi ve gördü. Hakikaten o zamanın kutbu da Mısır'da idi. Muhyiddin bundan çok memnun oldu. Çünkü seyrü suluku ikmal ve itmamı yememek, içmemekle değil, belki irfanla olacaktı. Onu bulmakla da bu gayeye vasıl oldu. Bundan bahsederken diyor ki;

"Kutub bir gün Mısın maşeri velilerine bi ziyafet vermemizi söyledi. Hepimiz neşe ile yedik. Kutbuz Zaman duasını yaptı. Akşam bir çömlek güveci yaptık. Güveç sünnetlendikten sonra derhal yarıldı. Kutub herhalde bunda pek büyük bir ibret levhası sezdi ki, cümlemize hitaben; "Ey ma'şer-i ehlullah, bu çömleğin yarılmasındaki hikmet nedir?" dedi. Herkes birşey söylüyordu:
Bazısı; Bu çömleğin yarılmasına saik şudur: Çömlek lisanı hal ile diyor ki; "Allah'ın velilerinin elleri benim içime girdi. Artık bu şeref bana kafidir. Ben çatlamasam içine soğan, sarımsak korlar. Bu şereften mahrum kalmamak için, b uzevki ilelebed yaşamak için çatladım" dedi..
Kutub. "ya Muhyiddin, sen ne dersin?" dedi. İşin zahiri değil batıni kısmına nazarımı atfedere:
"Çömlek lisan-ı hal ile bize; bir kalbin içine Allah muhabbeti girdikten sonra başka bir muhabbet koyacaksanız benim gibi çatlayınız" diyor..
dememle kutub çok memnun oldu. Ben itakdir ve tahsin ile beraber, "benim de fikrim budur" dedi.

İşte bu kıssa bize onun veliler arasında da anlayış ve kabiliyetlerinin derecesini gösterir. Çünkü ilmü irfan hakikati gören yegane gözdür. Kurbiyet de bu ilmü irfanın inceliğiyle mümkündür..

Muhyiddin Arabi'nin Şemaili ve Seciyesi

Şeyhul Ekber Muhyiddin Arabi'nin Şemaili ve Seciyesi
Muhyiddini Arabi kısa boylu, orta başlı, daima şefkatli bakışlı, açık beyaz buğday renkli, münevver yüzlü, beyaz sakallı bir zattı. Alnı açık, hilale yakın kaşlı, orta ve çekme burunlu, mübarek vücudu zayıf, mütenasib endamlı, el ve ayakları küçük ve latifti. Sabır ve metanette nazirsiz, lütfu keremde eşsidi. Sözleri denizler kadar dalgalı ve coşkun olup nihayetsiz esrarı cami olmakla, onu herkes ilk hamlede anlayamaz, ancak onun lahuti büyüklüğü altında hayrette kalırdı..
O, ahlakın bir timsaliydi. Ahlakın temelini daima şefkat ve merhamette görürdü. Sade insanlara değil hayvanlara bile en derin bir muhabbetle bakardı. O kadar ki, bir insanın idamını asla arzulamazdı. Bir eserinde; "Gerçi katilin cezası öldürülmekse de affı evladır" buyurmuş, katle mukabil ikinci bir adamın katlini, şefkatinden dolayı muvafık görmemiş, onun afvını evla bulmuştur. Diğer bir eserinde; "Benim şefaatim beni inkar edenlere" buyurararak düşmanlarına bile büyük bir muhabbeti olduğunu duyurmuştur..
O sureten narin, temiz olduğu kadar siyreten de ahlakın en yücesiydi. Daima nefsani hislerden uzak yaşayan, kendini incitenlere bile tatlı, şefkatle bakan bir insan numunesiydi.
Zamanında bir adam, her nedense Muhyiddini Arabi'ye buğzu adavet etmiş, ölünceye kadar da her namazın akabinde ona on kerre lanet etmeği vird edinmişti. Bu adam ölmüş, Muhyiddini Arabi de bunun cenazesinde hazır bulunmuş, onun afvü mağfiretini Cenabı Haktan dilemişti...
Sonra arkadaşlarından biri Muhyiddini Arabi'yi evine götürmüştü. O bir müddet yememiş, içmemiş, uzun zaman murakabeye dalmış, sonra da meserretle o zatın yanına gelmiş, yemek yemişti. Bu zat bu hali görmekle sebebini sorunca Muhyiddini Arabi; "Bana her namaz akabinde on kerre lanet okuyan bu adam afvü mağfiret edilinceye kadar Allah'a, hiçbir şey yememek, içmemek üzere ahdetmiştim. Bu halde kaldım, onun afvü mağfireti hususunda beşareti lutfetti, artık sevindim, şimdi yemek yiyebilirim" demiştir......