6 Ağustos 2012 Pazartesi

Rableri katında rızıklanırlar / Kıyasa Dair

...Allah bu uğurda ölenleri 'rızıklanan diriler' diye niteleyerek onlara ölü demeyi yasaklamış, duyunun kaybolması ve nefeslerinin olmayışı nedeniyle görünüşteki ortaklıktan hareketle onları ölülere katanları bilgisiz
saymıştır. Bu, kıyası geçersizleştiren en güçlü kanıttır. Çünkü Allah yolunda katledilen mücahitlerin öldüğüne inananlar, Allah yolunun dışındaki bir sebeple öldürülenlere -aradaki ortak illet nedeniyle- kıyaslayarak böyle
düşünmüşlerdir. Onlar, her ikisinin nefes ve canlılık hareketi olmaksızın, aynı tarzda öldürülmüş  olduğunu düşünürler. Şehitler kendilerine yapılmak istenilen organların kesilmesi, derilerinin böceklenmesi ve parçalanması gibi eylemlerden ya da vahşi kuşların yemesi, bedenlerinin çürüme ve bozulmaya yüz tutması gibi fiillerden kendilerini koruyamaz. Bunun üzerine kıyas yapmış ve fakat kıyasta yanılmışlardır. Bundan
daha açık bir kıyas olmadığı gibi bundan güçlü bir illet de yoktur. Bütün bunlara rağmen, Allah onları yalanlayarak şöyle demiştir: 'Benim yolumda öldürülen kimsenin durumu benim yolumdan başka bir yerde
öldürülenle bir değildir.' 'Allah yolunda öldürülenleri ölüler saymayınız. Onlar diridir, Rablerinin katında nzıklanırlar. Sevinmiş bir halde.' 

Bu nedenle onlara şöyle der: Allah yolunda öldürülenler hakkında verdiğiniz hüküm, bilgi değil, dolayısıyla doğru da değildir. Doğru olmayınca, ona göre hüküm vermek caiz değildir. Çünkü biz Allah'ın o bilginin
bilgi olmadığını bildirdiğini biliyoruz. Sonra şöyle der: 'Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyiniz. Onlar diridir, siz farkına varamazsınız.' 

Allah kıyasın verdiği bilgiyi yok saymıştır. Açıklığı, kuşkusuzluğu, nedenlerinin çokuğu ve kendisiyle öldürülen diğer insanları bir araya getiren illetlerin fazlalığına rağmen bu kıyasın durumu böyleyse -ki o Allah'ın
bildirmesiyle batıl bir kıyastır- fakihlerin olaylar, akılcıların Allah'ı bilmede görünenden hareketle (görünmeyen hakkında) yaptıkları kıyasları nasıl olabilir ki? Heyhat! Allah doğru söylemiş, diğerleri yalan söylemiştir.
'Benzeri olmayana' eşyanın benzediği kimse benzemez.

Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)

Allah vardır, O'nunla beraber hiçbirşey yoktur


كان الله ولم يكن شيء معه    

“Allah vardı ve O’nunla beraber hiçbir şey yoktu…” (Buhârî, Bed’ül-halk, 2)

“Allah’a şeylik eşlik etmediği gibi böyle bir isim de O’na verilemez. Aynı şekilde, O’nunla beraber bir şey de yoktur. Allah, kendisiyle beraber bir şeyin olmadığı kimsedir. Bu O’nun zâtî niteliğidir. Kastedilen, şeyliğin O’ndan düşürülmesi ve ‘şeylik beraberliği’nin O’ndan olumsuzlanmasıdır. Bunu karşın Allah, eşya ile beraberdir. Eşya ise, O’nunla beraber değildir. Beraberlik, bilgiye bağlıdır. Dolayısıyla ‘Allah bizi bilir ve bizimle beraberdir’. Biz ise O’nu bilemeyiz. Dolayısıyla O’nunla beraber değiliz.

Bilmelisin ki, ‘kâne (oldu, idi)’ sözü, zamansal sınırlanmayı anlatır. Bu ifadeyle kastedilen, bu sınırlanma değildir. Kastedilen, varlıktan ibâret olan ‘kevn’dir. (bu durumda kevn varlık ve oluş bildirir). Bu durumda ‘kâne’nin gerçek anlamı, varlık bildiren bir harf olmasıdır, yoksa zamanı gerektiren bir fiil değildir (fiiller zamanı gerektirir). Bu nedenle, şekilci-kelamcı bilginlerin söylediği söz, peygamberden gelmemiştir. Bu söz, onların ‘O şimdi de bulunduğu hal üzeredir’ ifadesidir. Bu ilave, ‘kâne’nin özellikle bu yerde anlamı hakkında bilgisi olmayanların hadise yaptığı bir eklemedir. Allah, Gafûr ve Affedici’dir (kâne ile) gibi, kâne sözüne bitişen ifadeler hep bu konuyla ilgilidir. Bu nedenle bazı nahivciler, ‘kâne’ ve benzerlerini ‘fiillerin işini yapan harfler’ diye isimlendirmiştir. Bu harfler, Sibeveyh’e göre, varlık bildiren harflerdir ve Arapların anladığı şey de budur. ‘Kâne fiil görevi görse bile, bir yönden bir şeye benzemek, her yönden benzemek sayılmaz.

Hadise eklenen ‘Şimdi de O’ sözü, böyle değildir, çünkü ‘şimdi’ zamanı gösterir ve bu kelime esas itibarıyla iki zamanı ayırt eden zamanı göstermek üzere konulmuştur. İki zaman, geçmiş ve gelecektir. Bu nedenle ‘şimdi/el-ân’ için ‘iki zamanın sınırı’ denilmiştir. Şimdi’nin gösterdiği şey gerçek bir zaman olduğu için, Şâri’ onu Hakkın varlığı için kullanmamış, ‘kâne’yi kullanmıştır, çünkü kâne varlık bildiren bir harftir. Bununla birlikte bir eylem içerdiği için de kendisinde zaman bulunduğu zannedilmiştir. Çünkü kâne, yekûnu, kâin, mekûn veznindedir. Tıpkı katele (öldürdü), yaktulu (öldürür), kâtil (öldüren) ve maktûl (öldürülen) gibi. Aynı şekilde ‘kâne’nin emri’ ‘kün (ol)’ de ‘uhruc (çık)’ gibidir.
Şekilci bilginler, kevn kelimesinde zamanlı fiillere katılan bu etkiyi gördüklerinde, onun zaman bildirdiğini zannetmiş, ‘şimdi’ kelimesini de kendisinden olmadığı halde hadise bir tamlama olarak eklemişlerdir. Muhakkik ise, kesinlikle ‘O şimdi de olduğu hal üzeredir’ demez. Çünkü öyle bir ifade, peygamberden gelmemiştir. Muhakkik, Allah’a Allah’ın kendisine vermediği bir şeyi vermez. Çünkü bu ifâde ile, zamanın yaratıcısı olan Hakkın varlığının hakikatinin gerektirdiği anlam ihlal edilmiş demektir. Binaenaleyh ‘Allah var idi ve beraberinde bir şey yoktu’ demek, ‘Allah vardır ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktur’ demektir. Başka bir ifadeyle Haktan başka, özü gereği varlığı zorunlu kimse yoktur. Mümkün ise, O’ndan dolayı varlığı zorunlu olandır, çünkü mümkün O’nun mazharıdır. Allah, onun vasıtasıyla zuhur etmiştir. Mümkün varlık ise, kendisinde zuhur eden (Hak) ile örtülmüştür. Böylelikle bu zuhur ve zuhur eden ‘imkan’ ile nitelenmiştir. Başka bir ifadeyle mazharın –ki mümkündür- hükmüne konu olmuştur. Mümkün özü gereği varlığı zorunluya bir hakikat olarak katılmış, özü gereği varlığı zorunlu ise hüküm bakımından mümküne katılmıştır. Söylediğimiz şeyi iyice düşün!

Bilmelisin ki, bu rivayet hakkındaki söylediklerimiz, bir veli böyle bir söz söylediğinde ya da peygamber gönderildiği mertebeden değil, velilik makamından dile getirdiğinde peygamberin sözüyle ilgilidir. Peygamber Allah’ı bilmeyle ilgili böyle bir sözü özel makamından söylerse, bu konuda konuşmayız ve hakkında zevkimizin bulunmadığı bir meseleyi açıklayamayız. Biz o konuda velilik diliyle konuşuruz ve halinin gerektirdiği en üst yorumla onu dile getiririz. Velinin bu konuda yapabileceği nihai iş budur.

Bilmelisin ki, bu rivayette beraberlik sabit iken ‘şeylik’ olumsuzlanmıştır. Beraberlik çokluğu gerektirir. Mevcut-Hak ise, kendisine ve hüviyetine nispetle onun varlığıdır. O, mazharının kendisini nitelendiği şeyin aynıdır. Öyleyse her iki nispete de hakikat birdir.
Hakikat tek iken, bu beraberlik nasıl geçerli olabiliyor? Burada ‘şeylik’ O’nun aynı değil, mazharın aynıdır. Allah, o şeylik ile beraberdir, çünkü varlık, şeyliğe eşlik eder, halbuki şeylik Allah ile beraber değildir. Çünkü şeylik, varlığa eşlik etmez. Bu varlık için zorunluluk zati iken, şeylik nasıl O’na nispet edilebilsin ki? Mümkünün zati zorunluluktan bir payı yoktur. Öyleyse Hak şeyliği (mümkün ayn) gerektirir ve bu durumda onunla beraber olması geçerlidir. Şeylik ise, zati zorunluluğu gerektirmez, dolayısıyla şeyliğin Hak ile beraber olması mümkün değildir. Bu nedenle Peygamberin hadisi, şeyin Hakkın hüviyyetiyle beraber olabileceğini dışladı. Çünkü beraberlik, bir yüceltmedir. Özü gereği varlık zorunluluğundan yoksun şeyin ise, yüceliği yoktur. Bir şey ya tehdit ya da iyi bir vaadin hükmü nedeniyle başka biriyle beraber olabilir. Bu ise aşağıdakinin üsttekiyle olan beraberliğinden anlaşılır. Öyleyse alem, ister varlık ile ister yokluk ile nitelensin, hiçbir zaman Allah ile beraber değildir. Özü gereği varlığı zorunlu Hak, varlık ve yokluk halinde alem ile beraber olma niteliğine sahiptir.”

Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)

2 Ağustos 2012 Perşembe

Makamların Bilinmesinin Nedeni

Onlara (Şeyhlerimize) bir şeyin mahiyeti sorulduğunda, o şeyin zati tanımıyla cevap vermezler. Bunun yerine, söz konusu makamın sahibinde meydana getirdiği duruma göre cevap verirler. Onların cevapları, zevk ve hal bakımından bu makamın onlar adına gerçekleştiğini gösterir. Nice insan vardır, bir makamı tanımıyla bilir, fakat onda o makamın kokusundan eser bulunmaz. Hatta o makamdan uzaktır, mümin bile değildir. Bu kişi, o makamın zati ve betimsel tanımını ise bilir. Binaenaleyh bir şeyin sonuç ve haline göre cevap vermek, kuşkusuz onun zati tanımıyla cevap vermekten üstündür. Çünkü makamların bilinmesindeki yegane neden, şahısta bir etlkilerinin bulunmasıdır. Makamlar, başka bir şey için değil, sadece bunun için amaçlanır. Doğruya
ulaştıran Allah'tır!

Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Aklın Özelliği / Allah'ın Zatı Hakkında Tefekkür

Biliniz ki Allah Teala 'akıl' diye isimlendirilen bir gücü yaratarak kendisiyle doğal şehvete karşı koysun diye onu nefs-i natıkaya (düşünen nefs) yerleştirmiştir. Doğal şehvet, Şari'nin kendisi için belirlediği yerlerin
dışında nefsi yönlendirmek üzere nefse hakim olunca akıl ona karşı durur. Allah akla hem O'nun ve hem müfekkirre gücünün verdiği şeyleri kabul özelliğini yerleştirdiğini bildirdi. Allah, müfekkire gücüne hayalden
elde ettiği verilerle varlıklarda tasarruf ve hüküm sahibi olma gücü yerleştirmiştir. Hayal ise, verilerini duyusal güçlerden ve musavvire gücünden alır. Musavvire gücünün verdikerini ise toplamı bakmından duyulardan elde edemez. Müfekkire gücünün Yaratıcısının -ki Allah'tır- zatında tefekkür ederek onu etkisi altına alacağını da bilir. Bu konudaki idraksizliğini bilerek onun adına endişe duyar ve kendisine şöyle hitap eder: 'Allah kendinden sizi sakındırır. Allah kullarına çok şefkatlidir.' Bunun anlamı şudur: Sizi Allah'ın zatını incelemekten sakındırmamızın yegane nedeni, size olan merhametimiz ve şefkatimizdir. Çünkü elçilerimin
niteliklerim hakkında dile getirdikderi hususları aklın, müfekkire gücünün kendisine vereceği bilgilerle  olumsuzlayacağını biliyoruz. Akıllar, söz konusu özellikleri kanıtlarınıza göre reddeder. Bu durumda imandan mahrum kalır ve ebedi bedbaht olursunuz.'

Sonra Allah, Peygamber'ine Allah'ın zatı hakkında düşünmeyi bize yasaklamasını emretti. Nitekim Allah'ın bazı kulları öyle yapmıştır. Onlar, Allah'ın zatı hakkında konuşan akılcılardır. Onların Allah'ın zatı hakkındaki görüşleri birbirinden farklılaşmış, hepsi kendi düşüncesinin gereğiyle konuşmuş, birisi diğerinin ispat ettiğini olumsuzlamıştır. Onlar, Allah'ın zatını düşünürken bir görüşte bile uzlaşamamış, Allah'ın kendilerine merhamet ederek yasakladığı bir konuyu konuşarak Allah'a ve Peygamber'ine asi olmuş, Allah'ın rahmetinden yüz çevirmişlerdir. Söz konusu insanların gayretleri dünya hayatında boşa çıkmış, onlar ise iyi yaptıldarını zannetmişlerdir. Onlar 'Allah illettir' derken başka bir grup 'illet değildir', başka bir grup 'Hakkın zatının cevher, araz veya cisim olamayacağını' söylemiştir. Onlara göre, Allah'ın varlığı mahiyetinin kendisidir. O, on kategoriden herhangi biri altına girmez. Bu konuda sözü uzatmışlar. Onların halini anlatan bir darb-ı mesel, 'Gürültü duyuyorum, ama bir şey görmüyorum' der.

Sonra şeriat gelerek akılların gösterdiği şeyin zıddını söylemiştir. Şeriat, (Allah hakkında) gelmek, inmek, sevinmek, istiva etmek, el, ayak gibi ifadeleri zikretti. Bunlar, sahih rivayetlerde ,(Allah'a izafe edilen) bize aktarılan yaratıkların nitelikeridir. Ardından Şari 'O'nun benzeri bir şey yoktur' buyurdu. Bununla birlikte bu nitelikler de sabittir. Bunları Allah'a vermek aklın iddia ettiği gibi imkansız olsaydı, Allah onları kendisi için kullanmaz, doğru haber yalan olurdu. Çünkü Allah peygamberini 'kavminin diliyle kendilerine açıklasın diye' gönderdi. Allah, onlara anlamaları için vahiy indirdi. Hz. Peygamber açıklamış, tebliğ etmiş, Allah'ı tebliğini yaptığı hakkında ümmetine şahit tutmuştur. Dolayısıyla 'O'nun benzeri bir şey yoktur' ayetindeki
özel nispeti bilemedik. Zikredilen sözlerin anlamını ise kavradık ve bunlardan anlaşılan şeyin konuma göre bir olduğunu öğrendik. Onların nispetleri, nispet edilen şeyin değişmesiyle değişir, yoksa hakikatlere göre· değişmez, çünkü hakikatler değişmez. Bu lafızlardan hareketle, onların Hak ile ilişkisinin bilinemeyeceğini
söyleyen kimse, alim ve mümindir. Cisimleştirmenin dışında, herhangi bir bağlamda "onları Hakka nispet eden kişi ise ne alim ne mümindir. Allah'ın zatı hakkında düşunen bu kişi insaflı davransaydı, Allah'ın zatı hakkında düşünmezez ve O'nun nezdinden gelenlere inanırdı. Çünkü delil, haber verenin doğruluğunu göstermiştir ki o da peygamberdir. Bu durum, bu bölümde Allah'ın zatı hakkında akılların verisine göre konuşmamızı engelledi. Biz de konuyu öğrenmede nakle başvururuz. Bununla birlikte, bu lafızların hakka nasıl nispet edildiğinde benzerliği reddeder ve bilinmeyen bir zat olarak nitelendiği sıfatın hakikatini bilemeyiz. Sana nasihatte bulundum. Bunu bil ve şeriatın sana getirdiği şeye göre davran ki selamete eresin!

Allah kendini en iyi bilen ve sözünde en doğru olandır. Biz O'nu olduğu hal üzere öğrendik. O'ndan başka ilah yoktur. 0, aziz ve hakimdir. 'Rabbin onların nitelemelerinden münezzehtir. Peygamberlere selam
olsun. Hamd alemlerin Rabbi Allah'adır.'


Muhyiddin ibn Arabi (k.s.)

İbn Arabi hazretleri Haftalık Virdleri Çarşamba Gecesi

İlahi! Senin ismin bütün isimlerin efendisidir. Arzın ve semanın melekutu senin elindedir. Sen her şeyin üzerinde
kaimsin. O, her şeyin üzerindedir. Müstağnilik senin için sabittir. Senden başka, o ve ben olarak her şey senin kutsal cömertliğinin feyzine muhtaçtır. Yaratma ve emrin bütün karşıtlarını ve ayrılarını cem ettiğin, bütün zahirlerin gaybını ikame ettiğin, bütün gaiplerin görünenlerini izhar ettiğin ismin hakkı için senden istiyorum. Bana öyle bir samedanilik bahşet ki onunla kudretinin muharrikini durdurayım, böylece içimdeki bütün sakinler harekete geçsin. İçimde bütün hareketliler de sakin olsun. Kendimi bütün yönelenlerin kıblesi, bütün dağınıkların derleyicisi bulayım.

İsmin hakkı için ki yüzümü ona yönelttim, onun yanında irademi ve sözümü savurdum. Herkes benden bir kap eksiksiz hidayet alsın. O, yegane imam Muhammed Mustafa’nın hidayetidir. Eğer o olmasaydı, bu varlık olmazdı.-(bu kısım üç kere okunacak)- Musa’nın (a.s) benliğini iktibas etsin benden herkes. Ey O olan! Ey O! O, ne Odur ne de ben. Bütün görünenlerin hakikatini kuşatan bin gaipten kaynaklanan ismin hakkı için senden istiyorum. Her çok’un birliğini her hakkın içinde ve her hakikatin zahirinde bütün birlerin çokluğunu, sonra zahirin ve batının birliğini bana göster, ki zahirin gaybi ve batının gizliliği benden saklanmasın.

Ey her şeyin melekutu elinde olan! Bana küllü göster. Sen sensin. Sen Allah de, sonra da onları oyunlarıyla baş başa bırak…Elif. Lam. Mim. Allah, O’ndan başka ilah yoktur. O daima diridir, her şeyin üzerinde kaimdir. Efendim! Selam üzerine olsun. Sen benim efendimsin. Benim gizlim de açığım da senin yanında birdir. Benim seslenişimi duyarsın ve dualarıma icabet edersin. Nurunla benim zulmetimi sildin. Benim ölümü hayatınla dirilttin. Sen benim rabbimsin, kulağım, gözüm ve kalbim senin elindedir. Sen benim her şeyimin sahibisin. Aşağılığımı şereflendirdin, değerimi yükselttin, şanımı yücelttin. Nurların nuru, sırların açıcısı, ömürlerin bahşedicisi, perdelerin kaldırıcısı sen yücesin. Celalinin ululuğunda sonradan olma varlıkların özelliklerinden berisin. Kemalinin mertebesi eksikliklerin, ayıpların ve şehvetlerin yol bulmasına kapalı olacak kadar yücedir. Zatının şühuduyla arzlar ve semalar nurlandı. En yüce ululuk, en geniş cennetler ve en ulaşılmaz üstünlük senindir.

Münezzehtir, beridir rabbimiz ve meleklerin ve ruhun rabbidir. Karanlık dehlizleri, gizli cevherleri aydınlatan, heyuli denizde boğulanları kurtarandır. Çöken karanlıktan, göz diken hasetçiden sana sığınırım. Ey benim padişahım! Sana sesleniyorum, kırık, senin işittiğini bilen, senin icabet ettiğine inanan bir kul olarak sana
yalvarıyorum. Muhtaç ve zor durumdaki biri olarak kapında durdum, senden başka da vekil bulamıyorum.

İlahi! Hayırları bahşettiğin, bereketleri indirdiğin ve şükür ehline fazlalıkları lütfettiğin, kullarını karanlıklardan
çıkardığın, şirk ve alçaklık ehlini gazaba uğrattığın ismin hakkı için senden istiyorum: nurlarının giysilerini üzerime geçir. Ki düşmanların zarar veren bakışlarını, eksilten ellerini benden alıkoysun. Senden payıma aydınlanma ver ki her gizli şey benim için açığa çıksın. Her yüce sırrı benim için belirginleştirsin. Azdıran her şeytanı da yaksın. Ey nurun nuru! Her örtülüyü açan! Bütün işlerin dönüşü sanadır. Bütün kötülükler seninle savılır.
Ey Rab! Ey Rahim! Ey Gafur!
Allah’ın salât ve selamı efendimiz Muhammed’in, ehlibeytinin ve ashabının üzerine olsun.

Fütuhat'tan Oruç'un Sırları


Ey gülerken ağlayan!
Sensiz bizden şikayetçi ve şikayet edilen
Oruç, yükselmeksizin tutmaktır
Ya da yükselmektir, tutmaksızın.
Bazen ikisi de birden.
Ortak koşarak birlemeyi ispatlayan nezdinde
Akıllar tasarruflarından engellendi
İpler ve ağlar olmaksızın
Akıllar eylemlerinden alıkondu
Şeriatın keskin kılıcıyla.
Böylece kanıtlarının reddettiğini kabul ettiler
İdrak olmaksızın iman ettiler
Hidayet yıldızı onu yüzerek geçirdi
Feleklerle melekler arasında
Ey Nefs! Sen olmasaydın, O olmazdın
‘Sanki o’, sen olmasaydın, sen olmasaydın
Oluştan kesilin, iftar etmeyin
Halkın ilahı böyle seni dost edindi.
O olması bakımından bu oruca niyetlen
Çünkü O seni oluşla gıdalandırır
Oruçta bir anlam var ki onu bir düşünsen
Hiçbir yaratık senin sözünü taşıyamazdı
Orucun benzersizdir, böyle dedi bana
Onu emreden; artık bunu düşünün!
Çünkü oruç terktir, nerededir o yaptığın
Ya da nerededir senin (yaptım) iddian!
İş aslına dönmüştür
Rabbim de seni böyle dost edindi
Orucun hikmetlerini bir düşünsen
Onun asıl anlamı senin manandadır
Sonra O’nun nezdinden bir haberci geldi
Senin emredilmiş orucundan seni soyutladı
Oruç Allah’a aittir, cahil olma!
Sen onun tecelligahısın, bunu bilmelisin!
Sen ise aç kalarak ölürsün, bunu bil.
Rahman seni (nefs) dişi yaptı ki
Seni düzenlediğinde senden çıkandan ötürü (kadın, Havva)
Seni kendine ehil olarak düzenleyen münezzehtir
Ona ehil senden başkası olamadı
Sen O’nun için tıpkı toprak gibi bir döşeksin
Onun ağlamak özelliğindeki gözü gibisin
Allah’ın yaratması onun gözü görünür
Sizin aranızda; senin yerin neresi?
Horluk içinde Allah’a dua edersen
Onunla Allah seni güldürür
En yüce Kalem Levhasında
O’ndan yazdı senin nezih özelliğini
Sen hepsinin aynısın, O’nun aynı değil
Bir açıdan sana yakın, bir açıdan ise uzak
Razı olduğunda yetinmekten sakın
O seni razı etsin diye
Dilediğin her işte kendi aslın gibi ol
Unutma ki, unutulma!
İşte budur bana gelen ilim
İftiracı olmayan söyleyenden, (Peygamber)
Bildireninin emriyle onu indiririm
Zahit ve abidlerin arasına
Hamd olsun Allah’a ki
Nurların ve halkların bilgisine tahsis etti beni
Beni öyle bir surete sahip kıldı ki
Kemali ancak kendisiyle ortaya çıkar..


Allah sana yardım etsin, bilmelisin ki oruç, (nefsi hazlardan) tutmak ve yükselmek demektir. ‘Same en-nehar’ gündüz yükseldi denilir. Şair İmru’l Kays bir mısraında şöyle der:
İza same en-neharu ve heccera /Gün yükseldiğinde (demektir)
Oruç diğer bütün ibadetlerden daha yüksek olduğundan, oruç (savm) diye isimlendirildi. Allah, daha sonra belirteceğimiz gibi, orucu ibadetler arasında benzeri olmamakla yükseltmiştir. Kulları onu ibadet olarak yerine getirse bile, Allah orucu kullarından düşürmüş ve kendisine izafe etmiştir. Orucu tutanın ödülünü ise, kendi eliyle vermiş ve benzersizlikte onu kendisine katmıştır.

Oruç gerçekte bir şey yapmak değil, yapmamaktır. Benzersizlik de, olumsuz bir niteliktir. Böylelikle Allah ile oruç arasındaki ilişki güçlenmiştir. Allah kendisi hakkında şöyle buyurur: ‘O’nun benzeri bir şey yoktur’ (42:11) Allah kendisinin bir benzerinin olmasını reddetmiştir. Şu halde Allah, dini ve akli kanıtlara göre, benzeri olmayandır (misilsiz). Nesai Ebu Ümame’den şöyle aktarır: ‘Hz. Peygambere geldim ve ‘Bana yapacağım bir emir ver’ dedim. Peygamber de ‘Oruç tutmalısın, çünkü oruç misilsizdir’ buyurdu. Böylelikle Hz. Peygamber, Allah’ın kullarına emrettiği ibadetler içinde orucun bir benzerinin olmadığını belirtti.
Orucun selbi bir nitelik olduğunu bilen kimse –çünkü o, yenilecek şeyleri terk etmektir- kesin olarak onun misli bulunmadığını da bilir. Çünkü onun dışta anlaşılacak şekilde varlıkla nitelenilecek hakikati yoktur. Bu nedenle Allah ‘oruç bana aittir’ dedi. Öyleyse oruç, gerçekte bir ibadet ya da amel değildir. Oruca amel denilmesi, mecazi olabilir. Bu durum, mevcut sözünü bize akledilir olan Hakka vermemizin mecazi olmasına benzer. Çünkü varlığı zatının aynı olan ile varlığın ilişkisi, varlığın bizimle ilişkisine benzemez. Çünkü ‘Onun benzeri bir şey yoktur’.

Müslim’in es-Sahih’te Ebu Hureyre’den aktardığı bir (kutsi) hadiste Allah şöyle buyurur: ‘Orucun dışındaki bütün amelleri kuluma aittir. Oruç ise bana aittir ve onun ödülünü ben vereceğim. Oruç bir kalkandır. Aranızdan birisi oruçlu olduğunda, kavga yapmasın ve kızmasın. Birisi kendisine sataşırsa veya kavgaya tutuşursa ‘ben oruçlu bir insanım’ desin. Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, oruçlunun ağız kokusu kıyamet günü Allah nezdinde misk kokusundan daha güzeldir. Oruçlunun iki sevinci vardır: Orucunu açtığında, sevinir. İkincisi ise, Rabbiyle karşılaştığında oruç tuttuğu için sevinmesidir.’

Bilmelisin ki, Nesai’den aktardığımız hadiste Hz. Peygamber orucun benzeri olmadığını belirttiği gibi Hakkın da bir benzeri yoktur. Bu nedenle oruçlu ‘benzer olmamak’ özelliğiyle Rabbine kavuşur ve O’nu kendisi vasıtasıyla görür. Bu durumda Hak, gören ve görülendir. Hz. Peygamber ‘orucuyla sevinir’ deyip ‘Rabbine kavuştuğu için sevinir’ demedi. Çünkü sevinç, kendisiyle sevinmez, bilakis onunla sevinilir. Görmesi ve müşahedesi esnasında Hak kimin gözü olmuşsa, O’nu görürken kendinden başkasını görmez.

Öyleyse oruçlunun sevinci, benzerliğin ortadan kaldırılması derecesine katılmaktır. Dünya hayatında orucunu açarken ise, özü gereği beslenmek isteyen hayvani nefsin hakkını kendisine ulaştırmak bakımından sevinmişti. Arif, hayvani ve nebati nefsinin kendisine ihtiyacına tanık olup Allah’ın bir yükümlülük olarak üzerine yazdığı hakkını ulaştırmakla nefsine yaptığı cömertliğini gördüğünde, burada Hakkın niteliğiyle zuhur etmiş demektir. Böylelikle Hakkın eliyle verir. Nitekim kendisine kavuşulduğunda da Hak, kendi gözüyle görülür. Bu nedenle oruçlu, Rabbine kavuştuğu esnada orucu nedeniyle sevineceği gibi, (dünyada, kendisine Hakkın cömertlik özelliğini kazandıran) iftarıyla sevinir.

Kul, oruç tutması nedeniyle (benzersizlik) özelliğiyle nitelenmiş ve bu nitelikle de oruçlu adını hak etmiştir. Onun oruçlu olduğunu kabul ettikten sonra, Hak kendisinden bu ismi düşürmüş ve ‘Oruç bana aittir’ diyerek kendisine izafe etmiştir. Başka bir ifadeyle (hiçbir şeye muhtaç olmamak anlamındaki) samedanilik özelliği, sadece bana ait olabilir. Bu özellik, beslenmekten münezzehliktir. Ben seni (kul) o özellikle nitelemiş olsam bile, şanıma yaraşan ‘mutlak tenzih’ bakımından değil, sınırlı tenzih yönünden niteledim ve ardından ‘onun ödülünü ben vereceğim’ dedim. Böylelikle Hak, kendisine döndüğünde oruçlunun orucunun karşılığı olur ve kul da ‘benzeri olmayan’ın özelliğiyle Hakka kavuşur. Kastedilen, oruçtur. Çünkü ‘benzeri olmayanı’ sadece ‘benzeri olmayan’ görebilir. Zevk sahiplerinin büyüklerinden Ebu Talib el-Mekki de buna böyle işaret etmiştir: ‘Kimin yükünde bulunursa, onun cezasıdır.’ Ayet bu duruma ne kadar uygun düşmüştür!
‘Oruç bir kalkandır.’ Kalkan koruyucudur. Allah, ‘Allah’tan sakınınız’ (Bakara:189) buyurur. Başka bir ifadeyle O’nu (kendinizi koruyacağınız bir) ‘kalkan’ yapınız. Böylelikle, koruyuculukta oruç Allah’ın yerini almıştır. Allah ise ‘kendisi gibi bir şey olmayan’dır. Oruç da, ibadetler arasında ‘benzeri olmayan’dır. Oruç için ‘kendisi gibi bir şey olmayan’ denilemez. Çünkü şey, olumlu veya varlıkla ilgili bir durumdur. Oruç ise, terktir. (olumsuz) Dolayısıyla oruç, (gerçekte) yok olan akledilir ve olumsuzlayıcı bir niteliktir. Bu nedenle onun benzeri yoktur. Yoksa onun benzeri bir şey yoktur denilemez. Benzersiz olmada, Hak ile orucun özelliği arasındaki fark budur.

Hak oruçluya yasak getirmiştir. Yasak, terk demektir ve olumsuz bir eylemdir. Allah şöyle der: ‘kavga etmesin, kızmasın (yasak)’. Ona bir şey yapmayı emretmemiş, bunun yerine herhangi bir nitelikle nitelenmeyi yasaklamıştır. Oruç, terk demektir. Böylelikle, oruç ile oruçluya yasaklanan şeyler arasında ilişki mümkün olmuştur. Sonra oruçluya, kendisiyle kavga etmek isteyen veya ona sövene şöyle demesi emredildi: ‘Ben oruçluyum!’ Ey benimle kavga etmek isteyen ve bana söven kişi! Ben, senin yaptığın bu davranışı yapmayan biriyim. Böylelikle oruçlu, Rabbinin emriyle, kendisini bu davranıştan alıkoymuştur. Dolayısıyla Hak da, terk eden olduğunu bildirmiştir. Başka bir ifadeyle Hakkın nezdinde, kendisine sövenle veya kavga edenle dövüşme ve sövme özelliği yoktur.

Sonra şöyle der: ‘Muhammed’in canını elinde tutan Allah’a yemin olsun ki’ –Hz. Peygamber (s.a.v) yemin etmektedir- ‘Oruçlunun ağız kokusu’. Bu, sadece teneffüs ile –ki kendisine emredilen bu güzel sözü söylemekle de teneffüs etmiştir- meydana gelen oruçlunun ağız kokusunun değişmesidir. Teneffüs etmesini sağlayan şey ‘ben oruçluyum’ demesidir ki, bu bir kelimedir. Oruçlunun her nefesi, ‘kıyamet günü’, başka bir ifadeyle insanların alemlerin Rabbi için ayağa dikildiği gün ‘Allah nezdinde misk kokusundan daha güzeldir.’ Burada, bütün isimlerin özelliklerini kendinde toplayan Allah ismini getirmiştir. Başka bir ifadeyle misli olmayan bir isim zikredilmiştir, çünkü Allah’tan başka kimse bu isim ile adlandırılamaz. Böylelikle (getirilen) isim misli olmamak özelliğinde oruca uymuştur. Misk kokusu ise, koklayanının kendisini algılayıp sağlıklı ve dengeli bir mizacın haz alacağı var olan bir şeydir. (Oruçlunun ağzındaki) Koku, ondan daha güzel sayılmıştır. Kokuların Allah ile ilişkisi, koklayarak kokuları algılamaya benzemez. Söz konusu şey, bizce çirkin bir kokuyken Allah katında miskten daha güzeldir. Çünkü o, oruç tutulduğunda ‘misilsiz olmak’ özelliği kazanmış (bir ağızdan çıkmış) bir ruhtur. Dolayısıyla koku kokuya benzemez. Çünkü oruçlunun kokusu soluklanmaktan meydana gelirken misk kokusu miskin teneffüsünden meydana gelmez.

Buna benzer bir olay başımdan geçmişti: Mekke-Harem’de, Menare’de Hazevvere kapısında Musa b. Muhammed el-Kabbab’ın yanındaydım. Orada ezan okurdu. Bir yemeği vardı ki, kokusunu duyan herkes rahatsız olurdu. Bir hadiste Hz. Peygamber’in (s.a.v) ‘Melekler Ademoğlunun rahatsız olduğu kokulardan rahatsız olur’ dediğini duymuştum. Peygamber, soğan, sarımsak ve soğan kokusuyla camiye gelmeyi yasaklamıştı. Melekler gelebilsin diye, adama o yemeği mescitten uzaklaştırmasını söylemek niyetindeyken uyumuşum. Rüyamda Hakkı gördüm. Bana şöyle dedi: ‘Ona yemekle ilgili bir şey söyleme! O yemeğin benim katımdaki kokusu, sizin katınızdaki kokusuyla bir değildir.’ Sabah olduğunda, her zamanki gibi yanımıza geldi. Başımdan geçen hadiseyi kendisine anlatınca, ağladı ve Allah’a şükrederek secdeye kapandı. Sonra bana şöyle dedi: ‘Efendim! Öyle olabilir ama, şeriat karşısında saygılı davranmak daha iyidir.’ Ardından o yemeği mescitten çıkardı. Allah kendisine merhamet etsin!

Çirkin ve nahoş kokulardan, insan, melek gibi sağlıklı doğal mizaç sahipleri uzaklaşır. Bunun nedeni, arada bir ilişki olmadığı için, duydukları sıkıntıdır. Hakkın çirkin kokulardaki yüzünü ise, Allah’tan ve onu kabul etme mizacına sahip olmayanlardan başkası idrak edemez. Kastedilenler, hayvan ve o hayvanın mizacındaki insanlardır –melekler değil! Bu nedenle, ‘bizim katımızda’ dedi. Çünkü oruçlu da insan olması yönünden sağlıklı bir mizaç sahibidir. Hem kendisinin hem de başkasının çirkin ağız kokusundan nefret eder.
Acaba sağlıklı mizacı olan bir yaratılmış belirli bir vakitte veya müşahede halinde Rabbiyle özdeşleşerek, genel anlamda bütün çirkin kokuları güzel algılayabilir mi? Böyle bir şey duymadık. Burada ‘genel anlamda’ dememin nedeni, özellikle hararetli mizaç sahibi olanlar olmak üzere, bazı mizaçların misk ve gül kokusundan rahatsız olmalarıdır. Kendisinden rahatsız olunan bir şey, böyle bir mizaç sahibine göre temiz değildir. Bu nedenle ‘genel olarak’ dedik. Çünkü mizaçlar genellikle misk, gül kokusu ve benzerlerini güzel bulur. Bu güzel kokulardan rahatsız olan ise, yabancı, başka bir ifadeyle alışık olunmayan bir mizaçtır.

Allah bir insana –ona göre çirkin koku kalmayacak şekilde- bütün kokuların denkliğini algılama imkanı vermiş midir, vermemiş midir bilemiyorum. Böyle bir şeyi kendimizden tecrübe etmediğimiz gibi birisinin böyle bir şeye ulaştığı da bize aktarılmamıştır. Buna karşın, kamil insanlardan ve meleklerden aktarılan, onların çirkin kokulardan rahatsız olduklarıdır. Bütün kokuları güzel algılayabilmek, sadece Hakka özgüdür. Bize nakledilen budur. İnsanın dışında, bu konuda hayvanın durumunun ne olduğunu da bilemiyorum. Çünkü Allah beni bazı vakitlerde melek suretine yerleştirmişken bir hayvan suretine yerleştirmemiştir. En iyisini Allah bilir!
Şeriat, orucu anlam bakımından üzerinde hiçbir kemalin bulunmadığı kemal özelliğiyle nitelemiştir. Çünkü Allah oruca (cennette) özel bir kapı ayırmış ve onu kemali isteyen bir isimle ‘reyyan kapısı’ diye isimlendirmiştir. Oruçlular bu kapıdan girecektir. (Kelimenin kökü olan ve kanmak anlamındaki ) Riyy, içmede doygunluk derecesidir. Kandıktan sonra bir şey içilemez, içilebildiği sürece, arz veya canlıların arzından başka bir yer olsun, insan kanmış sayılmaz.

Müslim, Sehl b. Sad’ın rivayet ettiği bir hadisi eserine almıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: ‘Cennette ‘reyyan’ denilen bir kapı vardır. Kıyamet günü oruçlular oradan girecektir ve onlarla birlikte başka kimse girmeyecektir. Şöyle duyurulur: ‘Oruçlular nerede?’ Bunun üzerine oruçlular o kapıdan girerler. Sonuncu kişi girdiğinde, kapı kapanır ve bir daha kimse o kapıdan içeri girmez.’ Orucun dışında, yasaklanan veya emredilen ibadetlerin hiç birisiyle ilgili böyle bir şey söylenmemiştir. Hz. Peygamber (hadisinde) ‘reyyan (kanmak, doymak)’ kelimesini kullanarak oruçluların, yaptıkları işle kemale erdiklerini açıklamıştı. Onlar, daha önce belirttiğimiz gibi, misli olmayan bir şeyi yapmıştır. Misilsiz ise, gerçekte kamil olandır. Kamil arifler, dünyadayken o kapıdan girerken orada (ahirette) bütün yaratıkların bileceği şekilde (açıkça) gireceklerdir.

Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)

31 Temmuz 2012 Salı

Tahakküm Hallere Aittir

Acaba marifete ulaşan insan bütün makamların sahibi midir, değil midir? Doğru olan, onun şartının (bütün makamlara) tahakküm olmadığıdır. Bununla birlikte kişi, verdikleri hallere ve alemdeki tasarruflara göre, bütün makamlara sahip olabilir. Onun şartı bilmektir.

Hüküm sahibi olmak isterse hale iner, çünkü tahakküm hallere aittir. Hallere inmek, inmenin makama etki etmediğini bilince söz konusu olabilir. Bu nedenle ancak ilahi bir emirle hale inebilir. Tasavvuf yolundaki
gerçek bir şeyhten bu makam sahibinin bütün makamları elde ettiğini dediğini duyarsan, burada hali değil bilgiyi kastetmiştir. Bazen hali de verebilir, fakat bu şart değildir. Şart olduğunu söyleyen insan, Allah
yolu hakkında olduğu gibi nebilerin ve velilerin büyüklerinin halleri hakkında bilgisi olmayan bir iddiacıdır ve söylediği ona iade edilir.
Çünkü kamil, dünyada makamda yükselirken halde eksilir. Ahirette ise böyle değildir. Müşahede 'başka'yı görmeyi engellediği gibi makam da halleri kaldırır, çünkü sübut, yok olmanın zıddıdır.

Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)

İbn Arabi hazretleri haftalık virdleri Salı Gündüz Duası

Bismillâhirrahmânirrahîym
Rabbim! Beni tekliğinin denizinin derinliğine, birliğinin kabaran dalgalarına sok. Ferdaniyetinin, egemenliğinin,
satvetinin kuvvetiyle beni güçlendir ki rahmetinin genişliğinin fezasına yüzümde rahmetinin izinden kaynaklanan yakınlık yıldırımları parlayarak çıkayım. Heybetinle heybet kazanayım. Kuvvetinle kuvvetleneyim. İzzetinle galip geleyim. İnayetinle gözetileyim. Azametinle aziz olayım. Öğretmen ve tezkiyenle ikrama nail olmuş üstün olayım. İzzet ve kabul hilatini üzerime giydir. Vuslat ve kavuşma yollarını bana kolaylaştır. Keramet ve vakar tacını başıma geçir. Dünya yurdunda ve sürekli kalış yurdunda benimle sevdiklerini kaynaştır. İsminin nurundan bana öyle bir satvet bahşet ki kalpler ve ruhlar peşimden gelsin. Nefisler ve bedenler önümde boyun eğsin.

Ey, zorbaların önünde boyun eğdiği! Huzurunda kisraların eğildiği! Ey dünya ve ahiret hükümdarı! Senden
sadece sana sığınılır, senden sadece seninle kurtulunur. Yardım ancak sendendir. Sadece sana güvenilir. Hasetçilerin tuzağını benden uzaklaştır ve inatçıların kötülüklerinin karanlıklarını.

Ey kerem sahiplerinin en kerimi! Beni izzetinin gölgesinde himaye et. İlahi! Senin rızanı elde etme hususunda zahirimi destekle. Senin fiillerinin yollarına muttali olmam için kalbimi ve sırrımı nurlandır.

İlahi! Efendim! Senden umduğunu bulmadan kapından nasıl alıkonabilirim; oysa ben sana güvenerek kapına geldim. Senin kapında bağışından nasıl ümidimi kesebilirim ki, benden sana dua etmemi isteyen sensin! İşte ben senin kulunum, sana yöneldim, sığındım. Beni düşmanlarımdan uzak tut. Tıpkı doğu ile batıyı birbirinden uzaklaştırdığın gibi. Onların gözlerini al, ayaklarını kaydır, kutsiyetinin nuruyla, ululuğunun celaliyle onları benden alıkoy. Çünkü görkemli nimetleri verensin, bağışlayansın, ikram edensin. Kutsiyetinin ve ululuğunun celaliyle beni koru. Çünkü sen kendisinden başka ilah olmayansın. Sen birsin, ortağın yoktur. Şahitlik ederiz ki Muhammed senin kulun, Rasulun, safin ve halilindir. Şefkat ve rahmet lütuflarıyla sana münacat edenlerin dostudur.

Ey daima diri, ey her şeye egemen olan! İrfan ve ilim sırlarının üzerindeki perdeyi kaldır. Allah’ın salât ve selamı efendimiz Muhammed’in, ehlibeytinin ve bütün ashabının üzerine olsun. Senin izzet sahibi rabbin, onların isnat etmekte oldukları vasıflardan yücedir, münezzehtir. Gönderilen bütün Rasullere selam olsun. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamdolsun.

İbn Arabi hazretleri haftalık virdleri Salı Gecesi

Bismillahirrahmanirrahîym
İlahi! Senin baskının şiddetli, yakalaman elem vericidir. Kahrın azimdir. Zıtlardan ve eşlerden yücesin. Eş ve çocuktan münezzehsin. Düşmanları kahretmek, zorbaları ezmek senin şanındır. Dilediğine tuzak kurarsın, sen tuzak kuranların en iyisisin. Kimi perçemlerden yakalayıp müstahkem kalelerden çıkardığın, düşmanların yüreklerine korku saldığın, bedbahtları mutsuz kıldığın ismin hakkı için senden istiyorum. Şiddetle yakalan isminin kullarından birini bana yardım olarak gönder ki benim cüzi ve külli kuvvetlerime sirayet etsin, böylece istediğimi yapabileyim. Hiçbir zalimin zulmü bana ilişmesin, hiçbir zorba zulümle beni korkutmasın. Öfkemi senin için, seninle ve senin öfkenle birlik kıl. Düşmanlarımın yüzünü ört, onları oldukları yerde başka varlıklara döndür. Kalplerini bağla. Benimle onlar arasına bir sur çek. Bu surun bir kapısı olsun. İçi rahmet, dışı ise yönelenlere azap olsun. Çünkü senin baskının şiddetli ve yakalaman elem vericidir.
  
“Rabbin, haksızlık eden memleketleri (onların halkını) yakaladığında, onun yakalayışı işte böyle (şiddetlidir). Muhakkak onun yakalaması pek elem vericidir, pek çetindir!” Rabbim! Beni seninle müstağni kıl ki, senden başkasına muhtaç olmayayım. Bana öyle bir zenginlik ver ki hiçbir hazza ihtiyaç duymayayım. Beni her mahlukun zahirine veya batınına çağıran bir şeye meyletmeyeyim. Beni kolaylaştırılmışlığın en son noktasına ulaştır. Beni sidre-i münteha’ma vardır. Varlığın devirselliğine, seyrin küreselliğine şahit kıl, ta ki tenzilin sonlara gelişinin, başlangıçlara dönüşünün sırrını göreyim. Ki kelam kesilsin,“lam”ın hareketi dursun, benden “gayn”ın noktası düşsün, bir ikiye dönsün.

Allah’ım! Bir çok velin için kolaylaştırdığın sırrınla benim için de kolaylaştır. Öyle bir kolaylaştırma ki, müstağniliğimin bulutunu dağıtsın. Bunların tümünde parıldayan bir nurla beni destekle. Bu nur cinlerden ve insanlardan her hasetçinin gözünü kamaştırsın. Bana her makama galip gelme melekesini bahşet. Beni senden başkasından müstağni kıl. Ki sana muhtaçlığım sabit olsun. Çünkü Gani ve övgüye layık olan Hamid sensin. Veli, ulu, kerem sahibi ve doğrultan sensin. Allah’ım! Efendimiz Muhammed’e, ehlibeytine ve tüm ashabına salât ve selam et.

 Şeyh (Allah bağışlamasıyla onu bürüsün, cennetlerinin en yüce köşklerine yerleştirsin) dedi ki: yüz on altı senesinde fetih dağında halvette bulunduğum sırada heybetli iki şeyh bana göründü. Biri dedi ki: Bunu benden bütün sadık taliplere ve bütün muvafık müritlere rivayet et.

Ağır Söz

Söz hastalıklarından biri de insanın şöyle demesidir: 'Söylediğimin dinleyene ağır gelip gelmemesi beni ilgilendirmez.' Bunu söylerken de gereksiz konuşup konuşmadığına veya hangi bağlamda konuştuğuna dikkat etmez. Sonra şöyle der: 'Falana doğruyu söyledim, onu duymak kendisine ağır geldi. Doğruyu dinleyeceğine, kendini temize çıkarmaya çalıştı ve başkasını kınadı' Böyle bir insan 'Onların sözlerinin çoğunda hayır yoktur' ayetini unutur ki bu hastalığın ilacı bu ayettir. Başka bir ifadeyle ilaç 'onların sözlerinin çoğunda hayır yoktur, sadakayı tavsiye eden hariç' ayetidir.  

Doğru sözün yeri ve (söylenme) özelliği vardır. Bu ise onun açıkta değil, gizli söylenmesidir. Çünkü açıklık, farkına varılmayan bir hastalıktır. Çünkü bazen onu Allah'tan başkası adına verebilir. Sonra şöyle denilir: 'Ya da maruf olarak... İyi söz, Allah'ın belirlediği yerli yerinde söylenmiş ve dinleyende bir yarar sağlaması umulan sözdür. İşte bu, 'ya da maruf söz''ayetinin anlamıdır. Böyle yapmayan kimse, bildiğini iddia etse bile, cahildir. Sonra şöyle demiştir: 'Ya da insanların arasını düzeltmek için söylenen söz hariç.' Böylece insan Allah'ın muradının karşılıklı sevgi ve muhabbet olduğunu öğrenir ve bu yolda çabalar. Sözünü yerli yerinde kullanmazsa bu durum, ilişkilerinin kesilmesine, karşılıklı nefrete ve yüz çevirmeye yol açar.

 Bütün bunlardan sonra ise konuşan için şöyle der: 'Bunu Allah'ın rızasını kazanmak için yapan kimse ... ' Böyle bir davranış, Allah'ın razı olduğu hususları bilen kişiden ortaya çıkabilir. Allah'ın razı olduğu iş ise, ancak Kitabında ve Peygamber'inin dilinde şeriat yaptığı hususları bilmekle gerçekleşebilir. Böylece insan bir şeyi söylemek istediğinde, sözünü o yerde her bakımdan Allah'ı razı edecek şekilde söyleyip söylemediğine dikkat eder. Sözünde Allah'ın rızasını bozacak bir yön bile bulursa, sözün bütünü geçersizdir ve Allah nezdinde beğenilmemiştir. Çünkü bölünme veya ayrışma yoktur. Burası bir sürçme yeridir. İlacı ise, söylediğimiz gibi, meşru amel ve Allah'ı razı edecek işleri bilmektir.
Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)

Başa Kakmak Psikolojik Eziyettir

Söz hastalıklarından birisi de başa kakmak ve başkasına yapılan iyiliği konuşmaktır. Başa kakmak, bir eziyettir ve onun ilacı, iyilik yapılan insanın üzülmesinin iyilik sahibinin sevabını boşa çıkartacağının bilinmesidir. Allah böyle bir davranışı 'Sadakalarınızı başa kakarak ve eziyet ederek boşa çıkarmayın'(2/264) ayetiyle geçersizleştirmiştir. Hangi eziyet başa kakmaktan daha büyük olabilir ki? Çünkü o psikolojik bir eziyettir. İlacı ise, insanın başkasına ancak Allah'ın bilgisinde ona ait olarak belirlenmiş bir şeyi ulaştırabileceğini görmesidir. Bu iyilik, kendisine ait olmayan onun elindeki bir emanettir, fakat sahibini tanımıyordur. Bu iyiliği Allah'ın gerçekte belirlediği kimseye vererek elinden çıkardığında ise, emanetin sahibini tanıır. Emaneti sahibine ulaştırıp (onu ehline verme görevini) yerine getirdiği için Allah'a şükreder. Bu bakışla iyilik yapan biri kesinlikle başa kakmaz.
Muhyiddin ibn Arabi (K.S)

İnsanların Hallerini Merak Hastalığı

Söz hastalıkarından biri de insanların hallerini sormak ve yaptıklarını soruşturmaktır. 'Falan. niçin geldi, niçin gitti vb. Kısaca gereksiz şeyleri sormak söz hastalıkarındandır. İnsanın kendisi yokken ailesinin yaptıklarını soruşturması bu kapsama girer. Hastalığın ilacı, yolculuktan dönerken geceleyin evine gitmeyen ve arkadaşlarına bunu yasaklayan Peygamber'e uymaktır. Böylece insan ansızın yanlarına gelip nahoş karşılayacağı bir halde onları bulmamış olur. Bu bağlamda kapıdan izin istemek de gizliliği korumak demektir. Çünkü herkesin bir takım sevinçleri vardır ve insan yaptığı her işin -iyi bile olsa- herkes tarafından öğrenilmesini istemez.

Soru soran kişi onu öğrenmekte ısrar ederse, soru sorulana zarar verir, onu istemediği şekilde konuşmaya veya yalan söylemeye zorlar. Konuşmazsa, soru soranın içinde kırıklık meydana gelir ve şöyle der: 'Onun gözünde değerim olsaydı, sorduğum şeyi benden saklamazdı.' Böylelikle sevgisindeki samimiyeti eksilir. İçinde onu böyle davranmaya sevk eden bir itham meydana gelmişse, bu, ne şeriat ne akıl ve ne de erdeme uyar. Böyle bir davranış, gidişatı kötü ve dindar olmayan, içi kötü bir insandan meydana gelebilir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: 'Kişinin kendini ilgilendirmeyen işleri bırakması, onun Müslümanlığının güzelliğindendir.'
Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)

Doğru Söz Hastalığı

Doğru söze bağlanmak:Söz hastalıklarının en büyükerinden biri budur. İlacı ise doğru sözün söyleneceği yeri bilmektir. Çünkü gıybet de doğru bir şeyi söylemektir. Laf taşımak da öyledir. Fakat bunlar yasakanmıştır. Kişinin ailesiyle yatağında yaptığı iş hakkında konuşması da büyük günahlardandır.

Topluluk içinde doğruyu nasihat etmek doğru, fakat bir taşkınlıktır. Bu davranış, bilgisizlerden ve art niyetlilerden meydana gelebilir. Çünkü nasihatten amaçlanan yarar, bir menfaatin ve muhabbetin meydana gelmesidir. Toplum içinde yapılan nasihat kabul edilmeyeceği gibi bu davranış bir düşmanlığa da yol açabilir. Allah ise bunu kınamıştır. Çünkü nasihatin yapıldığı kişi toplum içinde mahçup duruma düşer. Toplumda nasihat edilen şahıs, davranışını mazur göstermek için yalan söylemeye kalkar ve bulunduğu durumdan farklı şeyler söyler. Bu ise, (onun adına) büyük bir bozgunluğa yol açar. Aynı kişiye iyi bir yöntemle tenhada nasihat edilip gerçekte farkına varmadan ve kasıtsızca yaptığı nefsinin bir eksikliği ona gösterilebilir. Bu durumda -nasihat edilen kişi bilmiyor ise- söz konusu davranışın çirkinliği kendisine öğretilir. Böyle bir nasihat karşısında o kişi de nasihat edene içinden teşekkür eder, ona dua eder, onu sever. Böyle bir nasihat kişiye iyilik kazandırır ve onu ölçü olarak alır. Öyleyse her gerçek emredilmediği gibi dince de ve örfe göre de beğenilmemiştir.

Aynı şey hoşlanmadıkları şeylerle insanlara davranan kimse hakkında geçerlidir. Söylenen gerçek bile olsa, böyle bir davranış alçak tabiata, bilgisizliğe ve Allah'tan hayanın azlığına delildir. Böyle bir insan, içinde Allah'ın beğenmediği bir eksikliğin bulunmasından uzaklaşamaz. Kendi eksikliğini incelemekle meşgul olması, onu başkasının ayıplarını görmekten engellerdi.

 Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)

30 Temmuz 2012 Pazartesi

İbn Arabi hazretleri Haftalık Virdleri, Pazartesi Gündüz Duası

Bismillahirrahmanirrahîym Allah’ım! Senden nur ve hidayet, uymada edep istiyorum. Nefsimin şerrinden ve beni senden koparan her koparıcının şerrinden sana sığınırım. İlahlar yoktur ancak Sen varsın. Nefsimi şüphelerden, kötü ahlaktan, maddihazlardan, gafletlerden arındır. Beni, her durumda sana itaat eden bir kul eyle.

Ey bilen! Bana ilminden öğret. Ey hüküm ve hikmet sahibi! Beni hüküm ve hikmetinle destekle. Ey işiten! Bana kendinden duyur. Ey gören! Bana nimetlerini göster. Ey her şeyden haberdar! Bana kendini anlat. Ey diri! Beni zikrinle dirilt. Ey irade sahibi! Kudretin ve azametinle irademi arındır.Muhakkak senin her şeye gücün yeter.

Allah’ım! Senden tedbir sahibi bir lahut, musahhar kılınmış bir nasut, etkili, külli, mücmeli ve mufassalı tasvir ve takdirde kuşatan bir akıl istiyorum. İlahi! İdrak edilmeyen, terk edilmeyen zatınla, beraberlik vehmedenin şirke gireceği tekliğinle, ezeliliğinde başkasının varlığını zannedenin iftira ettiği, ihlas nizamından ayrılacağı kuşatıcılığınla senden istiyorum.

Ey kadimliğiyle beraber olmayan şeylerin kendisinden tenzih edilen! Ey ihatası ve azametiyle her şeyi takdir eden! Ey varlık nurunu adem zulmetinden çıkaran! Ey kalemine yerleştirdiği ilmiyle feleklerin şahıslarını tasvir eden! Ey hikmetlerinin sırlarıyla hükümlerini uygulayan! Uzak olanın yakın olandan yardım istemesi gibi sana sesleniyorum. Sevenin sevgilisini istemesi gibi seni istiyorum. Muhtaç olanın icabet edenden dilenmesi gibi senden istiyorum.

Allah’ım! Senden gayp perdelerinin kaldırılmasını, vehim ve şüphe sarığının çözülmesini istiyorum. Allah’ım! Beni, zorunlu bir hayat bahşederek kendinle dirilt. Bana, malumatların sırlarını kuşatan bir ilim öğret kendinden. Kudretinle bana cenneti, arşı ve zatı aç. Sıfatların nurları altında beni sil. Beni düğümleyen tüm bağlardan lütfunla kurtar. Sen münezzehsin. Apaydınlık bir tenzih. Sonradan olmalık özelliklerinden ve eksiklik sıfatlarından berilik bir kutsilik sahibisin ki, yergi şüphelerinden ve reddedilme gereklerinden uzaksın. Sen münezzehsin. Sana ulaşmak isteyenlerin tümü, seninle olmaksızın sana ulaşmaktan acizdir. Sen münezzehsin, senin kim olduğunu senden başkası bilemez. Sen münezzehsin, yüceliğine rağmen ne kadar da yakınsın.

Allah’ım! Bana hamd elbisesini giydir, izzet ridasıyla üzerimi ört, başıma celal ve ululuk tacını geçir. Şaka ve ciddiyet zatlarının sıfatlarından beni arındır. Sayı ve sınır karşıtlarından, farklılık ve eksiklik içinde olmaktan lütfunla beni kurtar. İlahi! Seninle yok olmam varlığını aynı, seninle baka bulmam yokluğun aynıdır. Seninle yok oluşumu gerçekleştirmek suretiyle seninle beraber varlığımı vehmetme mekanından uzaklaştır beni. Sende yok etmek suretiyle beni derle, topla. Senden başka ilah yoktur. Benzerden, benzerlikten münezzehsin. Senden başka ilah yoktur, denk olmaktan münezzehsin sen yüceler yücesisin. Senden başka ilah yoktur, yardımcı ve danışmandan müstağnisin. Senden başka ilah yoktur.

Ey Ahad! Ey samed! Senden başka ilah yoktur, varlık seninledir ve secdeler sanadır. Sen Hak mabudsun. Benden sana sığınırım ve kendimden zeval bulmayı istiyorum senden. Seni uzaklaştıran, beni yakınlaştıran, seni ululayan ve beni gizleyen bir takiyyeden dolayı senden bağışlanma diliyorum. Alçaltan, yükselten, yoktan, örneksiz var eden, kesen, ayıran ve toplayan sensin.
Ey alçaltan! Ey yükselten! Ey yoktan, benzersiz var eden! Ey kesen! Ey ayıran! Ey toplayan! Sana sığınıyorum. Sana sığınıyorum. Senden yardım istiyorum, senden yardım istiyorum. Ey sığınağım! Ey sığınağım! Kurtar! Kurtar! Beni himayene al! Beni himayene al. Ey kurtuluşumun sebebi ve sığınağım! Senden istediğim şeyleri isterken, ilk varlığın öncüsünü, en mükemmel nuru, en üstün hayatın ruhunu, ezeli rahmetin yayıcısını. En ulu ahlakın semasını, ruh ve fazilet öncüsünü, suret ve gönderiliş hatemini, hadiyat ve beyanla gönderileni, ilim, temkin ve eman rahmetini, Muhammed Mustafa’yı, seçilmiş Rasulu, razı olunmuş safiyi, önder Nebiyi vesile kılıyorum. Allah’ım! Ona, ehlibeytine, ashabına kıyamet gününe kadar salât ve selam et. Alemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun.

29 Temmuz 2012 Pazar

Kuran'ın Aciz Bırakması


Bir vakıamda bana şöyle denildi: 'Kuran’ın aciz bırakması ne demektir, bilir misin?' 'Hayır, bilmiyorum' dedim. Şöyle denildi: 'Kuran'ın aciz bırakması, onun Haktan haber veriyor olmasıdır. Sen de Hakka sarıl, sözün susturucu olsun.' Çünkü Kur'an'ın benzerini getirmeye yeltenen kimsenin ilk yalanı, Allah tarafından olmadığı halde getirdiği şeyin Allah'tan geldiğini iddia etmesidir. Böylece Allah hakkında bilmediğini söyler ve hiçbir şey meydana getiremez ve ortaya koyamaz. Çünkü batıl, yok olucudur, sabit değildir. Sonra bu adam, karşı koymak istediği sureye lafız itibariyle uygun bir takım işlerden haber verir. Halbuki onlar olmamış ve gerçekleşmemiş işlerdir. Dolayısıyla onlar batıldır ve batıl, yokluktur. Yokuk, varlığa karşı koyamaz. 
 Kuran ise, gerçekte doğru (hak) olan varlığa mensup bir şeyden haber vermektir. Bu durumda karşı koyanın, onun benzerini yerine getirmekten aciz kalması gerekir. Şu halde fiil, söz ve hallerinde Hakka uyan kimse, dönemindeki insanlardan ve kendi yolunu tutınayan herkesten ayrışmış demektir. Böyle bir insan, Hakkın dışında bir şeyle onun makamını tasavvur etmek isteyeni aciz bırakır.

Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)

Kabe'deki Hazine / Mehdi


Bilmelisin ki, Allah Teala Kabe'ye bir hazine yerleştirdi. Allah'ın Peygamber'i bu hazineyi ortaya çıkartmak ve infak etmek istemiş; bir yarar görerek bundan vazgeçmişti. Ardından Ömer o hazineyi ortaya çıkartmak istemiş, Allah'ın Peygamber'ine uyarak arzusundan imtina etmişti. Söz konusu hazine, şimdi de oradadır. Bana gelirsek, o hazineden, Tunus'tayken 598 yılında getirilen altın bir levha bana da gösterildi. Levhada bir yarık vardı. Genişliği bir parmak, uzunluğu bir karış veya biraz daha fazlaydı. Benim bilmediğim bir kalemle kendisine (bir şeyler) yazılıydı. Bunun nedeni, benim ile Allah'ın arasında kalmış bir şeydi. Peygamber'e saygının bir gereği olarak, Allah'tan o levhayı kendi yerine döndürmesini istedim. Onu insanlara göstermiş olsaydım, hiç kuşkusuz, kızılca kıyamet kopardı (büyük bir fıtne ortaya çıkardı). Ben de aynı yararı gözeterek onu bıraktım, çünkü Hz. Peygamber anlamsız yere onu bırakmış değildi, ahir zamanda 'el-Kaim bi-emrillah' (Allah’ın emrini uygulayan, Mehdi) çıkartsın diye bırakmıştı. Söz konusu kişi, 'daha önce yeryüzü zulüm ve haksızlıkla dolmuşken orayı adalet ve barışla doldurur.' O hazinenin bu halife eliyle ortaya çıkartılacağı hakkında belirttiğimiz anlamda bir hadis vardır. Burada hadisi öğrendiğim kimseyi de gördüğüm parçasını da zikretmeyeceğim.

Muhyiddin ibn Arabi (K.S.)