8 Ağustos 2008 Cuma

İbni Arabinin Terceme-i Hali 1

Muhyiddin Arabi Mısır’dan sonra hicaz’a vardı. Uzun müddet Mekke’de kaldı. Orada meşhur FUTUHAT-I MEKKİYE’sini yazdı.
Bu kitap iki sene çalışan bir hattatın yazıp bitiremeyeceği kadar büyük bir kitaptır. Esrarla dolu, nevi şahsına münhasır bir ilim kaynağıdır. Uzunluğu 26, genişliği 20 kadar, kalınlığı 4,5 santimetrelik 8 cilt olan bu kitabın halen el yazması aslı mevcuttur. Şark ve garplılar tarafından tetkik edilmiş bir eserdir.
Muhyidini Arabi bu kitabı MekkeL’de bulunduğu sırada yazmıştır. Onun buradaki beyan ettiği ilim, medrese ilmi gibi rivayet ilmi değil, ilmi şuhudi’dir. Demir leblebi kadar sert olan b uilmi, çelik dişler kadar keskin bir ilim ezip hazmedebilir. Bu kitabın ismi FUTUHATI MEKKİYE’dir. Mekke’de ilmi şühud ve fetihler hasıl olmakla, olduğu gibi yazmıştır.
O böyle kitapları yazarken tahammülsüz bir ateş içinde kalır, mecburen yazardı. Bundan bahsederken bir eserinde diyor ki:
“Diğer müellifler gibi asar telifi maksudum değildir. Fakat bana öyle varidat zuhur eder ki, şiddetinden yanacak gibi olurum. Ancak yazmakla sönerim.”
İşte o, bu eserini ve beş yüze yakın diğer eserlerini aynı feyiz ve esrarla yazmıştır. Bu beş yüze yakın eserlerinin çoğu risale halinde olmakla beraber, Füsus, Mevakıu’n-Nücüm, Muhaderat, Fütühat-ı Mekkiye eserleri, büyük ciltler halinde asırlara hitap eden esrarı sübhaniye ile dolu ilim kaynaklarıdır. Onda ulemai zahirinin kavrayamayıcağı, dar kafalıların hazmedemeyeceği birçok kelamlar vardır. Fütühatında Mekke’de olan şühudundan birisini şöyle naklediyor.
“Bir gün Cuma namazından sonra Kabe’yi tavaf ediyordum. Tavafta şekil ve kıyafetçe garip bir şahıs gördüm. O kimse nazarı dikkatimi celbetti. İki kimse arasından kolaylıkla, hiç dokunmadan geçip gidiyordu. Derhal anladım ki, o, cesetlenmiş bir ruhtur. Hemen durup selam verdim. Aramızda konuşma vaki oldu.
Onun ismi Ahmet Septi’dir. Böyle cesetlenerek hacılar içinde tavaf etmek devletine nasıl nail olduğunu sordum: O bana “Haftanın bir gününde kazanır, o kazanç ile haftanın diğer günlerini ibadetle geçiririm” dedi.
Ben o gün hangi gündür? Dedim. O da: “Pazar günüdür, dedi. Ben: Niçin kazancı o güne hasrettin dedim. O da: Alahü Teala Pazar gününde alemi halk etmeğe başladı. Cuma gününde ondan fariğ oldu. Bu altı günde bizim karımız oldu. Ben de kazanç için Pazar gününü kendime tahsis ettim, dedi. Ona: “Sizin yaşadığınız zamanın kutbu kimdir?” dedim. “Benim” dedi. Ve bana veda edip ayrıldı.
Sonra arkadaşlarımdan biri: “Tavaf esnasında sizinle konuşan kimdir” Ben o gibi şahsı Mekke’de hiç görmedim” dedi.
Mekke’deki diğer meşhur olan şühudu şöyle nakleder:
“Bir gün tavaf esnasında şekil ve kıyafetçe yabancı bir kimseyi tavaf ederken, gördüm. O adam tavaf ederken (Lekad tüftüm kema tüftüm sinina bihazel beyti tara seviyya) diyordu. (Yani; bizler de sizin gibi bu beyti tavaf ediyoruz) O adamın yanına yaklaşıp kim olduğunu sordum. O yabancı kimse:
Ben senin büyük atalarındanım dedi.
Sordum:
Hangi asırda yaşadınız?
Kırk bin sene evvel vefat etmiştim.
Ebülbeşer Adem Aleyhisselamın altı bin sene evvel halkolunduğunu söylerler.
Sen hangi Adem’den bahsediyorsun? Bil ki Ebülbeşer Adem’den evvel yüz bin Adem gelip geçmiştir, dedi.
Muhyiddini Arabi bu sözlerden mütehayyir kaldığını kaydeder.
Bunun asıl ve hakikatini incelersek bu alemin hayret verici zamanlar geçirdiğini görürüz. Gerçi bazı ulemai zahire bu alemde altı bin sene evvel insanlar zuhur ettiğini söylerler. Kendisine dayandığımız en büyük senet olan Kuran’da ve ehadisi sahihada böyle bir adet yoktur. Ancak Beni İsrail’den bize gelen, Yahudi dönmeleri vasıtasıyla bizim dinimize sokulan nazariye, insanlığın menşeini yedi bin sene evvel addeder. Bu adetler görülüyor ki bizde yoktur. Bu rivayetler İsraili rivayetlerdir.
Jeoloji ilmi de tarihin karanlık devirlerini tetkikte bize mühim bir ışık veriyor. Bu günkü bu ışık Muhyiddini Arabi’nin bu mükaşefatını aydınlatacak maniyettedir. Belki daha ileride fen bizi daha ziyade hakikate kavuşturabilir. Çünkü fennin beyanına göre insanlığın menşei ancak üçüncü devirde başlar. Elefa Antikus isimli üçüncü devirde yeryüzündeki eski filler zamanında insanların da iskeletlerine tesadüf edilir.
Bu devirlerin yüzbinlerce seni olduğunda şüphe yoktur. Çünkü dünyanın ateşten, hayat bulmasına kadar geçen milyonluk bir devir içinde suyun ve sonra basit hayvanların ve sonra mürekkep hayvanların zuhuru, tekamülü bu üçüncü devre tesadüf etmektedir.
Muhyiddini Arabi Mekke’de bir müddet kaldıktan sonra 601 senesinde Bağdat’a gitti. Orada 12 gün kalarak ulema ve meşayıhla görüştü. Abdülkadir Geylani tarafından yarım asır evvel kendisine bırakılan libası giydi. Sonra o seneki hac kafilesine karışarak tekrar hacca girdi.
Hafız ibni Neccar Muhyiddini Arabi’nin nihayetsiz meziyetlerinden bahsederken:
“O erbabı kutuptu. Ehli tasavvufla musahabet eder, hiçbir zaman Beytullah’tan ayrılmaz, ehli zevk erbabı idi, der.
Muhyiddini Arabi zamanının meşayih ve ulemasıyla tanıştı ve bu arada İmamı Sühreverdi ile karşılaştı. Karşılaşma sırasında her ikisi de hiçbir bir kelam söylemeksizin birbirlerinin murakabesine daldılar. Sonunda Sühreverdi: “O hakikat denizidir. O, tepeden tırnağa kadar sünnet-i seniyye ile muttasıftır. Zahir ve batını envarı Ahmediyye ile doludur” demiştir.
Şeyh muhyiddin bu nihayetsiz ilmi, daimi surette kendisine üstadlık yapan Hızır Aleyhisselam’dan almıştır. O, Hızır aleyhisselamla sık sık mülakat ve aynı zamanda nihayetsiz mükaşefat ile bu esrara vakıf olmuştur. Tasavvuf intisabları Şeyh Yunus’dandır. Şeyh yunus da Abdülkadir Geylani’den feyz almıştı. İmam Saffettin; “Muhyiddini Arabi’yi gördüm, ulumi zahire ve batınayı cami bir zattır” demiştir.
Muhyiddini Arabi hicri 608 yılında hacdan sonra tekrar Bağdat’a gitti. Bilahare Musul, Malatya, Sivas’a gitmiş ve sonra da Konya’ya gelmiştir. Konya’da Malatya hükümdarı Yusuf’un ahfadından Sadreddini Konevi’nin dul validesiyle evlenmiştir. Muhyiddini Arabi’nin bu evleniş tarihi takriben 52 yaşlarına tesadüf eder. Maksadı evlilikten ziyade, kadının oğlu Sadreddin’i yetiştirmek gayesine müteveccihti.
Muhyiddini Arabi’nin bu izdivaçtan iki oğlu ve bir kızı dünyaya geldi. Oğullarından Sadullah 617 senelerinde Malatya’da doğdu. Bütün ömrünü hadisi şerifle, nakil tedrisiyle geçirdi. 661 senesinde Şam’da öldü. İmadettin de 667 senesinde Şam’da öldü. Salihiye’de pederinin yanına gömülüdür. Kızı Zeynep küçükken vefat etti.
Muhyiddini Arabi Konya’dan sonra Şam’a gitti, burada 30 sene kaldı. 620 yılında Bağdat’Tan Konya’ya avdet etmekte olan Sultanül Ulema Bahaüddin, yanında oğlu Mevlana Celaleddin Rumi bulunduğu halde Muhyiddini ziyaret ettiler. Muhyiddini Arabi bu ziyaretten fazlaca memnun oldu.
Celaleddin’e kaç yaşında olduğunu sorduğu zaman, Celalleddini Rumi Hüda’Dan bir yaş küçük olduğunu söyledi! Hüda kelimesi ebcet hesabında 605 eder. Bir yaş küçüğüm demekle hicri 604 doğumlu olduğunu beyan etmiştir.
Onu babasıyla teşyi ederken arkasından şöyle diyordu:
“Hayret! Koca bir deniz küçük bir gölü takip ediyor!”
Muhyiddini Arabi’nin bütün kemalatı bu senelere tesadüf eder. O artık hakayıkın bahrine o kadar dalmıştır ki onu anlamak güçtür.
Şam’ın uleması Muhyiddin’in bu dalgalı kelamını anlayamazlardı. Onu ancak kendisi gibi irfan sahipleri anlayabilirlerdi. Nitekim meşhur arif Kemalüddin-i Şami Muhyiddini Arabi’ye itiraz eden Şam ulemasına:
“Şeyhi inkar edenler gelsinler, kendilerine müşkilatlarını halledeyim, vehimlerini izale edeyim” diye meydan okurdu.
Şam’ın diğer uleması ilmini paraya satmakla bu gibi hakayıkı görmek ve duymakta perdeli idiler. Bunlar para peşinde koşmakla Muhyiddin tarafından sevilmezlerdi. Onlar bütün namazlarını, Kuranlarını cenazelerini para mukabilinde kaldırıyorlar, okuyup okutuyorlardı.
Muhyiddin paraya tapanlardan nefret etmekle, zerre kadar gönlünü mala takmazdı. Şam’da kendisine o zaman pek büyük bir para olan yüz bin kuruş değerinde bir saray hediye etmişlerdi. Bir gün Allah rızası için kendisinden bir şey isteyen bir saile:
“Ey sail şu anda saraydan başka bir şeyim yoktur. Allah rızası için şu ev senin olsun” dedi ve derhal sarayı fakire teslim etti.
Paradan ziyade Hakkın meclubu olan Muhyiddin paraya tapanlardan nefret ederdi. Bir gün Şam’ın bu para ehlini camide namaz kılarken gördü. Kalbinde para sevgisiyle dönen imama caminin avlusundan haykırdı: “Sizin tapındığınız Allah işte benim ayaklarımın altındadır” dedi.
Ahali bu sözü anlamayarak hazretin üzerine üşüştüler. Söylemedikleri sözler, vurmadıkları tekmeler kalmadı. O da bu hastalıktan 638 senesi, Rebiül Ahirinin 28.l Cuma gecesi (Rıhlet) kelimesinin remzi olarak bu dünyadan ayrıldı. Ömürleri 78 yıl olup (Hakim) ismine mazhar olmuştur.
Muhyiddini Arabi bu günkü Şam’ın Salihiye mevkiinde gömüldü. Hocalar Muhyiddin’den nefret ettiklerinden onun mezarının üstünün çöplük yapılmasını emrettiler. Yıllarca büyük velinin mezarı çöpler altında kaldı. Nihayet Yavuz Sultan Selim Şam’ı alınca vasiyeti mucibince mezarını buldurttu. Zira Muhyiddin, kitabında: “Sin Şın’a girerse benim mezarım meydana çıkar” demişti. Selim Şam’a girince de mezarı meydana çıktı. Oraya bir türbe, yanına bir cami ve bir imaret yapıldı.
Yavuz Muhyiddin’in ayak vurduğu yere giderek hikmeti anlamak istedi ve gördü ki, vurduğu yerde, bir küp içinde altın vardır. Muhyiddin güya bunlara; siz Allah’a değil ancak buna tapıyorsunuz, demek istemişti. Bu şatahattan bir şey anlamamış olan insanlar büyük veliye hücum etmişlerdi. Anlaşıldı ki ehli zahirin bütün çalıştığı şeyler, hep paraya müteveccihmiş,. Muhyiddin de bunu belirtmek istemiştir.

Hiç yorum yok: