7 Ağustos 2008 Perşembe

Muhyiddin Arabi'nin Terceme-i Hali

Muhyiddini Arabi Miladi 1165 hicretin 560. yılı Ramazan ayının 17. pazartesi günü Endülüs'ün Mersiye şehrinde doğmuştur.. Bu doğum tarihi arifler tarafından "Nimet" olarak vasıflanmıştır..

Muhyiddini Arabi meşhur Hatem-i Tai'nin oğlu Addiy bin Hatem'in biraderi Abdullah'ın neslinden zuhur eder. Buna binaen onun soy adına Hatemü't-Tai denir..

İsimleri, Ebubekir Muhyiddin, Muhammed ibni Ali, İbnül Arabi, Hatem-i Tai, Kibriti Ahmer, REhberi Alem, Kutbü'l-Arifin, Şeyhü'l Azam olarak anılır.. Muhyiddin, İbni arabi, Şeyhül Ekber isimleri onun dünyaca meşhur olan isimleridir. Yalnız, meşhur şark alimlerinden Ebubekir İbnil-Arabiden tefrik için, harfi tarifsiz olarak, ibni Arabi şeklinde yad olunur...

Muhyiddinin babası Mehmet Efendi, oğlunda gördüğü büyük istidat üzerine onun tahsiline itina etti. Onu, daha sekiz yaşındayken Mersiye'den İşbili'ye (şimdiki sevilla) şehrine gönderip, o zamanın meşhur ulemasından İbni Beşkül ve muhaddis Ebu Muhammed'den ve sair müteahhirin alimlerden okuttu. Muhyiddin Kuran'ı Ebubekir ibni Half'den kıraati seb'a üzere talim etti. Zamanın meşhur uleması Hafız Abdullah'dan da okudu ve ondan icazet aldı. O, bu suretle ilmi zahiriyi daha küçük yaştayken kavramış bulunuyordu.

Kendisinde büyük bir istidat olan Muhyiddin az zamanda hocalarının nazarı hayret ve takdirlerini celbetti. Herşeyi pek az yıl içinde kavrayıp bitirmişti. Babası Muhyiddin'i bir gün zamanın meşhur filozofu ve kadısı İbni Rüşd'ün yanına gönderdi..

Meşhur filozof bu gençte gördüğü harikulade istidat karşısında hayrette kaldı. Onu hürmetle karşıladı; hatta bu gençle münakaşalara girişti. Biz bu münakaşaların hakikatını bilmiyorsak da İbni rüşd, kendisinin okumakla elde ettiği ilmi, Muhyiddin'in şühud ile elde etmesinden hayrette kalmıştı. İbni Rüşd'ün kalbinde tuttuğu ilimleri Muhyiddin ona, o söylemeden izah ediyordu..


İbni Rüşd kitaplarda okuduğu, kendisini görmediği böyle bir zatı karşısında bulmakla Allah'a şükretti ve Muhyiddin'i "kitaplarda okuduğum fakat şimdiye kadar kendisine tesadüf etmediğim bir kimse^olarak vasıfladı..

Buna rağmen koca filozof Muhyidin'in hakiki kıymetini anlayamadı. O yine eski yolunda devam etti. Muhyiddin de onunla bir defa daha görüşmeği, karşılaşmağı arzuladıysa da rüyasında onunla aralarında büyük bir perde görüyordu.. Bu perde şüphesiz onların anlaşmasına imkan olmadığının remzinin ifadesiydi. İbni Rüşd ilmiyle mağrur, nefsiyle meşgul olmakla, Muhyiddini Arabi'nin tertemiz heyecanını duyamadı..

Artık bu filozofla bir daha görüşmek müyesser olmadı. Ancak İbni Rüşd hicri 595'de Merakeş'te ölmüştü. Cesedi Ündülüs'e nakledilirken Muhyiddini Arabi onu gördü. İbni Rüşd'ün cesedi devenin bir tarafına, yazdığı kitaplar da diğer tarafına konulmuştu. Her ikisi muvazeneli olarak devenin sırtında gidiyorlardı. Genç Muhyiddin çok manidar bir nazarla onlara baktı..

O tarihte Muhyiddin'in babası ve annesi vefat etmişlerdi. Muhyiddin 598 yılında İşbiliye'den hareketle diyar diyar gezdi. Endülüs'de birçok ulema ile görüştü. Cümlesi onu, sahili bulunmayan bir deniz olarak gördüler. Fakat bu nihayetsiz denizde boğulmak korkusundan ona yaklaşamadılar.


Muhyiddin, bütün tahsilini ikmal ve itmamla, 38 yaşlarında olduğu halde Haccı ziyaret ve bütün müslüman memleketlerini gezmeyi kurmuştu. endülüs'den tam ayrılacağı sırada, birçok enbiyanın geçtiğini zuhuratta gördü. Muhyidini Arabi bunların içinde Hud Aleyhisselamı görerek sebebi teşrifini sordu. O da, 300 küsur sene Rasulullah'ın cemalini görmekten mahrum olan Mansur'un afvını taleb için gittiklerini söyledi ve kendisine de o anda, ölünceye kadar geçecek bütün hayatı bir sinema şeridi gibi gösterildi. Artık o seferine bir an evvel gitmeği düşündü..

Programında zamanının ilim merkezi olan Merakeş, Fas, Mısır, Hicaz, Suriye, Irak, Malatya, Sivas, Konya vardı. Kasdı da oradaki ilim adamlarını görüp tanışmaktı..

Muhyiddini Arabi hakikatı diğer şeyhler gibi görmüyordu. Çünkü diğer şeyhler hayatlarını mağaralara kapanmakla geçirirken, o ilmü irfan gözlüğü ile bakarak yeryüzünde gezmeyi, bütün müminlerle görüüp konuşmağı esas biliyordu. Bu suretle ilk defa Merakeş'e gitti. Orada çok ulema gördüyse de hiçbirisi kendisine yar olmadı..

Bir gün bir rüya gördü. Fütühat'ın 190'ıncı babında bundan bahsederken diyor ki; "Arşın altında (La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim) lafzının çıktığı hazineyi gördüm. Onun altında da nice hazineler gördüm. onların köşelerinde güzel kuşlar uçmakta idiler. Bunlardan birisi kuşların en güzeliydi. Bana selam verdi. Benim kalbime şark illerine gitmek için onu arkadaş almaklığım ilka olundu..
Ben o vakit Merakeşteydim. Ben, o kimdir, dedim. Bana; "O, FAs şehrinde Muhammedül Hisar'dır. Allah'tan şarka gitmeği istedi. Onu yanında beraber götür" dediler. Ben de başüstüne dedim. Kuşa dönerek, "inşallah bana arkadaş olursun" dedim..

Merakeşten Fasa geldiğim zaman onu aradım, nihayet buldum. Ona, "Sen Allah'tan bir hacet istedin mi?" dedim. O da, "EVet beni şark şehirlerine göndermesini istedim; Muhyiddin seni götürür, denildi" dedi. Ben de güldüm. "Muhyiddin işte benim" dedim. Sonra onunla arkadaş olup hicri 601 tarihinde Mısır'a gittik. O orada vefat etti....

Muhyiddini Arabi'nin rüyasında gördüğü kuş, Fas şehrinde Muhammedül Hisar'ın alemi misalde temessül eden heykeli nuranisidir. Bu gibi ilimler şuhudi olup kıraatle bilinemez.

Muhyiddin Arabi o sıralarda ömrünü daimi riyazatla geçirirdi. Hatta hatemi vilayete urucu için son riyaatı Muharremden başlayarak ta Ramazan bayramına kadar olmuştu. Yani bu dokuz aylar zarfında yemeyip içmeyip tam bir cezbe halinde bulundu. Ancak oruç tutulması haram olan bayram gününde orucunu bozdu..

Muhyiddini Arabi Muhammedül Hisar'la Tunus yoluyla Mısır'a yönelmişti. Yola gördüğü garip bir vakıa tasavvuf aleminin en büyük levhalarından olmakla, şöyle nakleder:
"Yolda, sazlıklar içinde ömrünün 30 yılını yalnız geçiren bir adama tesadüf ettim. Bu adamın hali hoşuma gitti. Ben de onunla üç gün kaldım. Adam gece gündüz ibadetle meşgul oldu. Garip adetler ivardı. Her gün denizden üç balık tutar, birini yer, birini azat eder, birini de misafirine ikram ederdi.. Ayrılacağım zaman bana nereye gittiğimi sorrdu. Ben de Mısır'a gideceğimi söyledim. O anda gözleri doldu. Ah dedi, benim üstadım da Mısır'dadır. Ona git, benim selamımı söyle, bana biraz vazu nasihat etsin. Ben hayrette kaldım. O , tariki dünya idi. Artık ne vaaza ne nasihata ihtiyacı kalmıştı..
Nihayet Mısır'a vardığımda üstadını sarayda buldum. O, debdebe, tantana içinde yaşıyordu. Vehleten onu ehli dünya olarak gördüm. Üstadı; "ona git söyle, gönlünden dünya muhabbetini silsin" demesiyle hayretim haddi gayeyi buldu. Avdetimde o şahsa üstadının sözünü söyleyince, tarii dünya derunu dilden bir ah çekerek dedi ki:
"Ben otuz senedir burada ibadet ediyorsam da hakikatte gönlüm hala dünyadadır. Üstadım dünya ziynetleri içindeyse de kalbinde zerre kadar dünya sevinci ve kederi yoktur. Ey Muhyiddin, işte bizim hakikatte farkımız budur" dedi.

Muhyiddini arabinin anlattığı bu garip vakıa hakikaten tasavvufun özünü, ruhunu anlatan bir vakıadır. Çok kimseler kendilreini halvetlerde, mağara köşelerinde tasfiyei derun için çalışırlarken Muhyiddin gibi irfana ermiş insanlar da yeryüzünü gezerek, seyri bedayi ile kudreti ilahiyeyi tefekkür ve tezekkürle maksut olan vasıl olurlar.
Halvet, teşbih caizse, hasta gönüllere manevi bir hastahane hükmündedir. insan hastahanede ilelebet yatmadığı gibi, mağara ve halvethanelerde de bulunması caiz olmaz. İnsanlık cemiyet hayatı üzerine kurulmuştur. Ancak kalbini tasfiye etmekle yeryüzünde kudreti sübhaniyeyi tefekkür etmek, yüzlerce yıl halvette kalmaktan evla bir irfan yoludur..
Muhyiddini Arabi Mısır da bilcümle ulema ve meşayıhı gezdi ve gördü. Hakikaten o zamanın kutbu da Mısır'da idi. Muhyiddin bundan çok memnun oldu. Çünkü seyrü suluku ikmal ve itmamı yememek, içmemekle değil, belki irfanla olacaktı. Onu bulmakla da bu gayeye vasıl oldu. Bundan bahsederken diyor ki;

"Kutub bir gün Mısın maşeri velilerine bi ziyafet vermemizi söyledi. Hepimiz neşe ile yedik. Kutbuz Zaman duasını yaptı. Akşam bir çömlek güveci yaptık. Güveç sünnetlendikten sonra derhal yarıldı. Kutub herhalde bunda pek büyük bir ibret levhası sezdi ki, cümlemize hitaben; "Ey ma'şer-i ehlullah, bu çömleğin yarılmasındaki hikmet nedir?" dedi. Herkes birşey söylüyordu:
Bazısı; Bu çömleğin yarılmasına saik şudur: Çömlek lisanı hal ile diyor ki; "Allah'ın velilerinin elleri benim içime girdi. Artık bu şeref bana kafidir. Ben çatlamasam içine soğan, sarımsak korlar. Bu şereften mahrum kalmamak için, b uzevki ilelebed yaşamak için çatladım" dedi..
Kutub. "ya Muhyiddin, sen ne dersin?" dedi. İşin zahiri değil batıni kısmına nazarımı atfedere:
"Çömlek lisan-ı hal ile bize; bir kalbin içine Allah muhabbeti girdikten sonra başka bir muhabbet koyacaksanız benim gibi çatlayınız" diyor..
dememle kutub çok memnun oldu. Ben itakdir ve tahsin ile beraber, "benim de fikrim budur" dedi.

İşte bu kıssa bize onun veliler arasında da anlayış ve kabiliyetlerinin derecesini gösterir. Çünkü ilmü irfan hakikati gören yegane gözdür. Kurbiyet de bu ilmü irfanın inceliğiyle mümkündür..

2 yorum:

Adsız dedi ki...

yüce allahın bırlığıne ınandım ve kelımei sehadet getırerek eshedü enlailahe illellah ve eşhedü enne muhameden ressüllüllah ınancıyla
hayata yaşamaya devam etmekteyım
ancak günümuz dünyasında mühyıddını arabı ve onun gibi alim kamil fazil sahsıyetler varmı varsa nerdeler onlari görmek dınlemek ve onları sonsuz saygiyla sevgiyle kucaklamak dünyada yaşadıkca en büyük arzumdur yüce allahdan ımanı kamılle yaşayıp ımanı kamılle bırlıkte hakka kavusmak en büyük arzumdur yüce allah ıman selametıyle dünyadan göc etmemı nasıp eder ınşaallah ve ıslam alemını manen ve madden selamete ve başarıya ulaştırsın ınşaallah sevgiyle ısık 61 uzungöl

Adsız dedi ki...

o şahsiyetleri görecek göz neredeeee? yürek neredeeeee?