9 Ağustos 2008 Cumartesi

İbni Arabi'nin Kerametleri

Muhyiddini Arabi’nin Kerametleri

Kerameti evliya haktır. Çünkü kuranla natıktır. Bunu inkar kuranı inkar mahiyetini alır.
Süleyman aleyhisselam kendisini ziyarete gelen Belkıs’ın iki aylık mesafede bulunan tahtının o anda oraya getirilmesini arzuladı. Halbuki o anda Belkıs yüz metreye kadar Süleyman Aleyhisselamın tahtına yaklaşmış bulunuyordu. Süleyman a.s. bunu bu kadar az zaman içinde kimin getirebileceğini etrafındakilere sordu. İfrit:
-Ya rasulallah , sen yerinden kalkıp kapıya gidinceye kadar getiririm, dedi. Süleyman aleyhisselamın veziri Asaf daha kısa bir vade ile:
-Ya Rasulallah, sen göz açıp yumuncaya kadar getiririm, dediy. Hakikaten de böyle oldu. Belkıs gelirken etrafına muhafızlar bıraktığı ve iki aylık uzak bir mesafede bulunan tahtını orada görünce hayretler içerisinde kalıp iman etti.
Zekeriyya aleyhisselam da Hazreti Meryem’in mihrabına dahil olduğunda, yazın kış, kışın da yaz meyvelerinin yanında olduğunu görürdü. Hayretle “Ya Meryem, bu nedir?” dedi. (Kale Ya meryemü enna leki haza) “Sure-i Ali İmran”. O da: “Bu Allah’ın indinden verilen nihayetsiz nimetlerdendir” dedi. (Kale huve min ındillah).
Bu Kuran’ın bize haber verdiği Hazreti Asaf ve Hazreti Meryem’in kerametleridir. İşte nebilerden zuhur eden, havsalanın ve fennin de maverasında olan harikuladelikler variste zuhur etmekle keramet şeklini alır. Muhyiddin varisi Muhammedi olmakla kendisinden büyük zuhurlar hasıl olmuştur. Varisi Muhammedidir. Çünkü ervah aleminde bütün nebiler kendini varisi Muhammedi olarak karşılamışlardır.
Muhyiddini Arabi Futuhat-ı Mekkiye’nin 667. Babında diyor ki:
“Hazreti Adem, Hazreti Yahya, Hazreti Yusuf, Hazreti İdris, Hazreti Musa ve Hazreti İbrahim aleyhisselam’la görüştüm. Cümlesinden hakayık öğrendim. Bütün nebiler tarafından iltifatla; “Hoş geldin ya varis-i Muhammed” diye karşılandım.
O, zamanın kutbu idi. Muhyiddini Arabi kendisinin kutub olup olmadığı hakkında şüphe eden Ebül Abbas’a bir mektup yazmış, batınına teveccüh etmesini emretmişti. Ebül Abbas batınına teveccüh edince bütün evliyayı bir daire teşkil eder görmüştü. Ortalarında iki zat vardı. Biri ebül Hasan diğeri de Endülüslü Muhyiddindi.
Ebül Abbas diyor ki:
“Bana bu iki zattan birisi Kutubdur” denildi. Ben merakta kaldım. Acaba hangisi kutubdur diye düşünürken, o anda bir secde ayeti okundu. Her ikisi de secdeye kapandılar. Bu anda bana, hangisi başını evvel kaldırırsa kutup (gavs) odur, denildi. Bunun üzerine bir de baktım ki, muhyiddini Arabi başını evvel kaldırdı. Artık onun kutbiyyetinden şüphem kalmamıştı.
Kendisiyle o anda harfsiz ve savtsız bir konuşma yaptım. Bir sual sordum, o da bir üfürmekle cevap verdi. Bu üfürük evliya halkasına da sirayet etti. Cümle veliler ondan nasiplerini aldılar. Bundan sonra Muhyiddin; “Sen bu dereceye erişince ben seninle Mısır’dan haberleşirim” dedi. Bir daha da bana mektup yazmadı.
Görülüyor ki, Muhyiddini Arabi, varisi Muhammedi olmakla, ruhu Kuran üzere tecelliyat-ı muhtelifede birtakım kerametler zuhur etmiştir. Nitekim fususul Hikem’in 365. Babında:
“Ben bütün enbiyanın ve kıyamete kadar geçecek bütün müminlerin alemi ulvide iman ettikleri şeyleri gördüm” demiştir.
Bu görüş nuru nübüvvetten alınan bir nurla görüş demektir. Bu da ancak varisi Muhammediye hastır.
Muhyiddini Arabi yokluk ve bilginin evcine erişmekle de, şu kıssa dolayısıyla, ilim iddiasından vazgeçmişti. Çünkü varlık, darlık en büyük hicaptır. İnsan bu hicabı geçmedikçe hakikate erişemez.
Muhyiddini Arabi bundan bahsederken diyor ki:
“Bir gün denizde bir gemide bulunuyordum. Gemi müthiş bir fırtınanın tesiriyle beşik gibi sallanıyor, batmak tehlikesinin alametleri beliriyordu. Beni huzursuz eden bu hareketten dolayı denize hitaben: “Sakin ol ey deniz senin üstünde de bir ilim denizi vardır” dememle deniz sakin olmuştur. Fakat denizden bir balık görünerek bana halledemiyeceğim bir sual sordu. Madem ki ilim denizisin benim cevabımı da ver dedi. Ben o anda cevaba kadir olmamakla mağlup oldum, bir daha bilgimden bahsetmedim.”
Şüphesiz şu söz onun bilgi ve kemalatının bambaşka bir tecellisine uğradığını gösterir. Onun için tasarruf ve nefha vardı. O nefha, nefha-i rahmandı. Rasulullah da: “Benden sonra nefhalar vardır. Onlara yaklaşınız” buyurmuştur. Bir şairin de :
Sur-u israfile benzer evliyanın nefhası
Bir nefeste nice yüz bin mürde diler can bulur
Buyurması bu sırra binaendir.
Nice evliyanın ölüleri dirilttikleri gibi, bu nefha, ona malik olan kimselerde ölüleri diriltmek, yakan ateşleri yakmaz hale sokmak, söylemeyenleri söyletmek gibi kerametler şeklinde tezahür eder. Bundandır ki Futuhat’ın 185. Babında şöyle beyan edilmiştir:
Hicri 586 senesinde bir filozof, Nemrudun ateşinin İbrahim Aleyhisselaml’ı yakmadığı meselesini inkar ediyordu. O filozof, ateş nemrudun gazabından ibaretti. İbrahim aleyhisselamın ateşe atılması nemrudun gazabının onun üzerine vukuu ve ateşin yakmaması da envarın üfülüdür” gibi sözler söylüyordu:
Veli bir zat (muhyiddini Arabi) eğer, ben Allah’ın ateşinin İbrahim’i yakmadığını, onu kendisi için bedri selam ettiğine dair sözün doğruluğunu isbat edersem ne yaparsın? Ben İbrahim’i müdafaa yerine kaim oluyorum” dedi.
Filozof yine inkarında devam etti. O zat hemen, mangalda olan ateşi filozofun kucağına attı. Ateş filozofun elbisesi üzerinde kaldı. Filozof ona eliyle dokunduğu zaman ne elinin ne de elbisesinin yanmadığını hayretle gördü. O zat (Muhyiddin) ateşi yine mangala koydu. Filozofun elini bu sefer ateşe yaklaştırdı. Filozofun eli derhal yandı. O zat (Muhyiddin) ; “Şimdi ateş yakmağa memurdur. Emredersem yine yakmayı terk eder. Allah dilediğini işler” dedi. Filozof da derhal kelimei şehadet getirerek İslam oldu.
Muhyiddini Arabi bu kerametini yazarken kendisini gizlemiş, kendini “bir kimse” şeklinde ifade etmiştir. Biz de o zatı aydınlatmak için Muhyiddini Arabi ismini parantez içine aldık.
Görülüyor ki, nefhai Hak o büyük velide tecelli etmekle keramet şeklini almıştır. Muhyiddini Arabi yine bir gün ber tecelliyatla, bir yaşındaki kızı Zeyneb’e bir zevk aleminde bir meseli fıkhiyye sordu. Henüz memede olan küçük kızın fasih bir lisanla Muhyiddini arabi’ye cevap verdiği görüldü.
Şüphesiz bu da, mevtayı söyleten enbiyanın ondaki bir tecellisi idi. Çünkü o nuru nübüvvetle her şey bu makamda ayan olur. Bundandır ki, Muhyiddini Arabi Endülüs’teyken bütün hayatını bir sinema şeridi gibi görmüş, seyretmiştir. Şüphesiz ki, bu büyük bir keramettir.
Faslı Hitab’ın 285.babında bundan bahsederken der ki: “endülüs’ten ayrılıp da gemiye bineceğimiz sırada, ahir ömrüme kadar bütün ahvali zahire ve batınayı bilmek arzusuyla murakabeye varmıştım. Allah bana cümlesini gösterdi”.
Tabatü’s Sekine kitabında Muhyiddin “Ümmete acımasaydım, kıyamete kadar gelecek bütün kutupları, isim ve nesepleriyle yazardım. Ümmete muhabbetimden bunu setrettim. Çünkü bunları bilerek inkar, bilmiyerek inkar ile eşit değildir. İlimle özür olmaz, cehl ile özür olur.! Buyurmuştur. Şüphesiz bu keramet de şuhud ilminin en yüksek bir mertebesidir.
Yavuz sultan Selim hicri 920 yılında Muhyiddini Arabi’nin kabrini ziyaret etmiş, onu çok seven bir zatı da türbedar bırakmıştı. Bir gün türbedara; Mısır’a sefer edeceğini söyledi ve susuz cehennemi çöllerin geçilmesinin mümkün olup olmayacağını sordu. Türbedar, Muhyiddin’in ilmine vakıf olması dolayısıyla ona:
“Mısır’ı fethedeceğin Kuranı Kerim’de zikrolunmuştur” dedi. Sultan selim hayretle:
“Acep bu hangi ayettir?” dedi. Türbedar surei enbiyadan, (Velekad ketebna fizzeburi min ba’diz zikri ennel arza yerisüha ıbadiyes salihune) ayetini okudu. Bunun manası: “Tevrattan sonra Zeburda, arza Salih kullarım varis olur diye yazmıştık” demektir. Türbedar:
“Bu ayeti kerimedeki arz dan maksat Mısır’dır. Buradaki zikirde (Z) ebced hesabıyla 700 (k) harfi 20 ve (r) harfi 200 olmak üzere cem’an 9220 eder. Binaenaleyh bu tarih, sizin Mısır’ı fethedeceğiniz tarihtir” dedi.
Hakikaten Selim’in türbedarla konuştuğu zaman, hicretin 920.yılı idi. Türbedar: “Alahü Teala, Salih kullarımı Mısır’a malik ederim diye vaad buyurmuştur” demesiyle Sultan Selim hayrette kaldı . selim’in türbedara büyük itimadı olduğundan o sene ordusunu toplayıp Tih sahrasını geçmeğe karar verdi. Bunun için de en sadıklarını müşavere tarikıyla birer birer yanına ç ağırdı. Kendi reyine itiraz edenleri derhal katlettirdi. Nöbet Adana mutasarrıfı Halil Paşa’ya gelmişti. Sultan selim ona:
“Askeri dağıttık. Mısır sultanının da fazla askeri var. Buraya gitmek isterim senin fikrin nedir?” dedi. Adana mutasarrıfı Sultan Selim’e:
“Sen kalbine bak. Kalbinde şecaat ve doğruluk varsa nusreti ilahiye sana teveccüh eder” deyince Selim ona hilat giydirdi. Ve sonra deminki ayeti kerimeyi okuyarak, türbedarına (zikir) kelimesinin hesabını yaptırarak bunun dokuz yüz yirmi yılını gösterdiğini anlattı ve sonra Allahü Teala’nın Bu sene Salih kullarımı arza varis kılarım kelamını izah ederek, arzdan murat Mısır olduğunu ileri sürdü ve 923 yılında Mısır’a girdi. Aşağı yukarı bu tarih bu zamanı gösterir. 922 senesi Recebin 26’sında Osmanlılarla Mısırlılar Dabık ovasında çarpıştılar. Bu muharebenin neticesinde de Mısır fetholundu.
Muhyiddini Arabi’nin üvey oğlu Sadreddin Konevi de Kitabı Fükukunda: “Muhyiddini Arabi’nin öyle bir nazarı mahsusu vardı ki, her ne vakit bir kimsenin ahvaline muttali olmak istese, ona bir nazarla baksa, dünyevi ve uhrevi her türü ahvalinden haber verirdi” der. Şüphesiz bu nazar Muhammed aleyhisselamın nazarından nur almış bir nazardı.
Muhyiddini Arabi keramatı kevniyyeye taalluk eden bazı keramattan da bahseder. Futuhatın 36. Babında “Biz şüphesiz havada yürürüz” ve yine “Birçok halkı havada yürürken gördük” demiştir. Bu keramet, insanın heykeli zulmanisinin, heykeli nuranisine kalbolduğu, kesretten letafete yol açtığı zamanda ehlulllahdan zuhur eden bir harikadır. Bu anda vücut tek bir nur, tek bir göz halinde inkılab edebilir. Bundan bahsederken Muhyiddini Arabi futuhatının 69.babında:
“Ben bu makamda Rasulullah’a varis olunca, buna eriştim. Fas şehrinde Mescid-i Ezher’de namaz kıldırırken, mihraba girdiğim vakit bütün vücudum bir göz olmuştu. Her tarafımdan görüyordum. Kıblemi gördüğüm gibi, geride giren ve çıkan cemaati de görüyordum. Hiçbir şey bana gizli kalmamıştı. Hatta namaza yetişemiyenleri ve yanlış kılanları görüp düzelttim” demiştir.
Görülüyor ki, zulmani heyakilden uzaklaşmakla nurani heyakil ile her tarafı görmek kabil olur. Hatta bu alemden ayrıldıktan sonra da, bu nurani heyakil ile tecessüd bile mümkün olur. Sadreddin Konevi bize Muhyiddini Arabi’nin bu husustaki keramatını anlatarak Kitabı Cevami, keramatı evliya bahsinde der ki:
“Muhyiddini Arabi’nin vefatından sonra kabrini ziyarete gidiyordum. Tarsus’un sıcak bir günü idi. Hafif bir rüzgar ovanın çiçeklerini okşuyordu. Ben de bunlara bakıp kudreti ilahiyeyi düşünüyordum. Allah’ın sevgi ve aşkı kalbimde yandı. Bir de baktım ki Muhyiddin pek güzel surette karşımda tecelli etti. O güya bir nur halindeydi. “Bana bak” diyordu. Sonra bir tecelliyi Hak zuhur etti, kendimden geçtim. Göz açıp yumuncaya kadar bir de baktım ki, Muhyiddini Arabi karşımda duruyordu. Hemen selamlaştım, elini öptüm ve kucaklaştım. Allah’a şükür ki, mezarına giderken, onu bizzat hayatta olduğu gibi gördüm, konuştum ve bildim”.
Makamı vilayet makamı nuraniyetin tezyidinden doğar. Cesetteki nuraniyet, ışığın karanlığa galebe etmesi gibi galebe eder. İnsan da o anda yetmiş bin zulmani hicabı atmış yetmiş bin nurani hicaba ayak basmış olur. Bu anlarda, evvelce geçmiş nebi ve velilerle görüşmek, konuşmak müyesser olur. Bu bir keramet-i ilahidir. Muhyiddini Arabi’de bu keramat, muhtelif şekillerde olduğu gibi, insilah şeklinde de vucut bulmuştur. Sadreddin Konevi bundan bahsederken diyor ki:
“Muhyiddin enbiya ve evliya ile üç cihette konuşabilirdi. İsterse onun ruhaniyetinin bu aleme nüzulü ile, hayatındaki şekline müşabih bir suretle konuşur, isterse rüyasında ve isterse insilah alemlerinde kendi heykelinden uzaklaşmak suretiyle konuşurdu.
İnsilah, velinin cesedinden ruhun pervazıyla nebi ve velinin makamlarına varmasıyla olan mülakatlardır. Bu makamda oluşlar cesede taalluk eder. Muhyiddini Arabi aynı hal üzere tecessüdle konuşabilirdi. Faslı Hitab’ın 286.babında bundan şöyle bahsedilir:
“Muhyiddini Arabi’nin vefatından sonra kendisini çok seven bir cariyesi gece gündüz ağlamakla meşguldü. Bir gece cariyenin kapısı açılarak Muhyiddini Arabi aynı şekil ve heyetinde göründü ve “Ne ağlıyorsun?” diye cariyeyi teskin etti”.
Muhyiddini Arabi bu derece zulmani hicapları atmış, bütün hakayıka vakıf olmuş bir varisti. Onu, kendisinden evvel geçmiş olan Abdulkadir Geylani bile arkadaşlarına tavsiye etmişti. Ölümünden evvel; “Şu libasımı alın, mağripten gelecek aziz bir vücuda verin. O, Muhyiddini Arabi’dir” demiş. Ölümünden nice yıllar sonra Muhyiddini Arabi’ye vermişler. Muhyiddin Arabi de aynı hırkayı üvey oğlu ve çok sevdiği Sadreddin Konevi’ye vermiştir. Sadreddin Konevi kitabında aynı vakıayı yazmaktadır.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Bir gün denizde bir gemide bulunuyordum. Gemi müthiş bir fırtınanın tesiriyle beşik gibi sallanıyor, batmak tehlikesinin alametleri beliriyordu. Beni huzursuz eden bu hareketten dolayı denize hitaben: “Sakin ol ey deniz senin üstünde de bir ilim denizi vardır” dememle deniz sakin olmuştur. Fakat denizden bir balık görünerek bana halledemiyeceğim bir sual sordu. Madem ki ilim denizisin benim cevabımı da ver dedi. Ben o anda cevaba kadir olmamakla mağlup oldum, bir daha bilgimden bahsetmedim

ben bu üstte anlatılan hadisede sorulan soruyu merak ettim acaba bu konuda beni bilgilendirebilir misiniz? ayrıca anlatılanlar için teşekkürler..